• resmi ilanlar

Namaz hangi hallerde bozulabilir?

03/08/2013 00:00

...

Namazı, mazeretsiz bozmak haramdır. Ancak bazı durumlarda namazı bozmak vacip, bazı durumlarda mubah, bazen de müstehap olur. İnsan canına yönelik bir tehlike karşısında; mesela saldırıya uğrayan, ateşe, suya düşen bir insanın yardım istemesi halinde ona yardım etmek maksadıyla namazı bozmak vacip olur. Bir malın telef olmasını, çalınmasını önlemek gayesiyle namazı bozmak mubahtır.

 

Tek başına namaz kılan bir kişinin, cemaatle namaz kılmanın faziletini kazanmak için namazı keserek, farza yetişmesi ise müstehaptır (İbn Abidin, Haşiyetü Reddi'l-muhtar, II, 52-53).

 

*   *    *

 

BÜYÜKLERİN SÖZLERİ, SÖZLERİN BÜYÜKLERİDİR...

Sabır acıdır, ama tatlı meyvesi vardır. (Sadi)

 

*   *    *

 

KIRK HADİS

Peygamberimiz işaret parmağı ve orta parmağıyla işaret ederek: “Gerek kendisine ve gerekse başkasına ait herhangi bir yetimi görüp gözetmeyi üzerine alan kimse ile ben, cennette işte böyle yanyanayız” buyurmuştur.

Buhârî, Talâk, 25, Edeb, 24; Müslim, Zühd, 42

 

*   *    *

Bütün rûhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmenin adıdır…

GÜNAH

Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıdlaşmadır. Günaha giren kimse, kendini, vicdânî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün rûhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallı ve talihsizdir. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık, ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecâli kalmaz.

Günah, iradenin yüzüne atılmış bir tükrük ve rûha içirilmiş bir zakkumdur. Günahdan zevk alan insan, ne sefîl; günahla ruhunu dinamitleyen insan ne hoyrattır..!

Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır. Bu fırtınaya marûz kalan kurur; bu zehirli havayı teneffüs eden de ölür.

İnsan, günah içine bir kere girmeye dursun; girdi mi, artık ne ölçü, ne kıstas, ne de değer hükmü kalır. Bir uçağın, başaşağı yere inmesinde, yer çekiminin hesaba katılmaması ve fıtrat kanunlarının affetmeyeceği çizgiye varılması ne ise, hikmet elinin koyduğu yasaklar atmosferine girmek de aynı şeydir.

Âdem Nebî (as), şahsî hayatında açtığı böyle bir gediği, ceyhûn etdiği gözyaşlarından meydana getirdiği ummanlar içinde, yüze yüze aşabilmişdi. Şeytan ise, başaşağı düşdüğü o günah gayyâsından kurtulamamış ve helâk olmuşdu.

Ve, daha “Nice servi revan canlar,

Nice gülyüzlü sultanlar,

Nice Hüsrev gibi Hanlar

Ve nice tâcdarlari böyle ilk bir adımla günah deryasına yelken açmış, fakat bir daha da;

geriye dönmeye muvaffak olamamışlardır. Günah, âheste âheste eser insanın içine ve nefsi, bir meltem okşayışıyla okşayarak, gider taht kurar onun gönlüne. Sonra da, insanın duygularını öylesine baskı altına alır ki, gayri ondan kurtulmak, kuvvetli bir azim ve gaybî bir inâyet eline kalmıştır. Bundan daha kötüsü de, insanoğlu, içine daldığı günahlarla, kendinden o denli uzaklaşır ki, his dünyasında en ufak bir kıpırdanma ve gönül âleminde en küçük bir duyarlılık kalmamış olmasına rağmen, o, kendinde olup biten bu kadar değişikliklerden habersiz ve ruhundan kopan feryadlara karşı alâkasızdır.

Yığın yığın günah vardır insanın geçip gittiği yollarda. Bu yollarda, birer kobra gibi gözetler insanoğlunu günahlar... Birinden kurtulması mümkün olsa bile, diğerlerine kendini kapdırmadan yoluna devam etmesi, bir hayli müşkildir. Polat gibi sağlam irade gerekdir ki, aşılsın bu yollar. Yoksa difransiyeli bozuk bir araba ile, en sert virajları aşma gibi olacaktır ki, bir çukurda gidip “ârâmi edeceğini şimdiden söylemek, herhalde kehânet sayılmaz.

Çeşit çeşitdir günahlar. Başda gelenleri, en doğru sözlünün beyanında, şu ürpertici diziyle çıkar karşımıza: Yaratıcı'ya eş ve ortak koşmak; haksız yere cana kıymak; anne ve babanın hukukunu çiğnemek, yalan yere şehâdetde bulunmak; cebheden kaçmak; iffetlilerin iffetiyle oynamak vs...

 

Bunlar, insanın düşünce dünyasına, iç hayatına, âile ve topluma karşı öyle inhiraflarıdır ki, vaktinde önü alınmazsa, âile de yıkılır gider, toplum da.

Evet, tevhidle iç âlemini düzenleyememiş, yükselip içtimâî hayata girememiş güdük ruhlardan, hem âile, hem toplum, hem de vatan çok sakınmalıdır. İç âlemi, isten, pastan görünmez hâle gelmiş ve derûnunda ak'ın kara'ya karıştığı bu talihsizler, bugün olmasa yarın, yurdu da yuvayı da kundaklayacaklardır. Dünden bugüne, bu gözü ve kalbi mühürlülerin, hıyânet ve ihanetleri, hiç de küçümsenmeyecek kadar çok olmuştur.

Ne var ki, vatanın sağa sola peşkeş çekilmesinden, ormanların ve bağların bozulup çöle çevrilmesine kadar, her türlü kötülüğü yapan, câhil, iz'ansız, inançsız ve başkalarının kuklası bu yığınların baş sorumluları da yine bizleriz.

Evet, biz ihmâl etdik. Biz bozduk. Biz inançsız ve hoyrat kıldık. Hesabını da biz vereceğiz. Bugün hâdiselerin demir pençesinde; yarın, tarih karşısındaki muhâkememizde; öbür gün de, kılı kırk yaran Yüce Dîvân'ın iğneden ipliğe hesab sorduğu hengâmda...

Bir milletin, kendi özünden uzaklaşdırılması, ruhuna yabancı düşünceler aşılayarak, mihrabının yıkılması ve minberinin yerinin değiştirilmesi, tarih karşısında ve Hakk Dîvân'ında bağışlanmayacak günahlardandır.

 

DEVAMI YARIN

*   *    *

 

BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?..

 

İslam ahlaki terimi…

Selamın aleyküm…

SELAM

İslâmî âdâba göre bir gruptan ayrılırken ayrılan kişi tarafından da selâm verilmesi gerekmektedir (Ebu Dâvud, Edeb, 139).

Bir kimseden selam getiren birisine:

"Aleyhi ve aleyke's-selam!" seklinde cevap verilir. Bir mektuba yazılmış bir selâm için ise: "Ve aleyke's-selam" denilir yahut; cevabi mektupta bu ifade yazılır.

Selâm verirken veya alırken, eğilmek doğru değildir. Selâm verildiği takdirde alamayacak durumda olanlara ise, selam vermek doğru değildir. Meselâ, namaz kılanlara, Kur'an-ı Kerim okuyanlara, hutbe dinleyenlere, ilimle mesgul olanlara, yemek yiyenlere selam verilmez. Dolayısıyla bu durumda iken verilen selâmı almamanın bir sorumluluğu yoktur.

Ayni şekilde Müslüman olmayanlara selâm verilmez. Ehl-i Kitaptan birisi selâm verdiği takdirde ise, yalnızca "Ve aleyküm!" denilir, (Riyazü's-Sâlihîn Tercümesi, II, 242-243).

İslam toplumu içinde selâmı yaymak, hem Allah'ın emri ve hem de Hz. Peygamberin sünnetidir. Bir ayette yüce Rabbimiz söyle buyurur: "Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir" (en-Nûr, 24/27). Bir başka ayette de yüce Rabbimiz söyle buyurur: "Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla karşılık verin..." (en-Nisa, 4/86). Bu ayetlerden selâmı yaymanın bir Allah emri olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

 DEVAMI YARIN

 

*   *    *

 

ORUÇLA İLGİLİ AYETLER VE HADİSLER

 

Sure (A'râf Suresi), 158. Ayet

(Ey Muhammed!) De ki: "Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah'ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde Allah'a ve O'nun sözlerine inanan Resûlüne, o ümmî peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız."

 

*   *    *

 

RAMAZAN MAKALELERİ

 

Birliğimizin Çimentosu

“Yaşayan Ramazan Kültürü"

 

Genellikle ırmakların ilk kaynaklarından çıkan sular oldukça berrak ve temizdir. Ama ırmağın geçtiği yatakların toprak türüne ve bu yataklara karışan maddelerin cinsine göre suların vasfında, tadında, kokusunda ve renginde değişimler yaşandığı bir vakıadır. İlk çıktığı kaynağında temiz ve berrak olan nehirlerin ve ırmakların suyu, geçtiği toprak yataklarının rengine göre bazı değişimler yaşar. Toprak çeşitlerinin farklı oluşundan dolayı bu suların farklı renk almalarında yadırganacak bir durum yoktur. İşte bunun gibi yaşanan dindarlıklarda zamanla bazı aşınmalar ve başkalaşımlar geçirebiliyor. Bunu belli bir sınıra kadar doğal karşılamak gerekir. Örneğin, Kur'an ilk defa Mekke'de nazil olmaya başladığı süreçte toplumun inanç ve din anlayışında meydana gelen sapmaları düzeltti ve yeni hükümler koydu. Nasıl ki, bir ırmağın suları geçtiği yerlerde değişik toprak çeşitleriyle teması esnasında vasıflarında birtakım değişimlere uğramışsa, İslam da gerek fetihler ve gerekse başka milletlerin örf, âdet, medeniyet ve kültürleriyle karşılaşması sonucu farklı zenginlikler kazanmasına yol açmıştır.

İslam'da namaz, oruç, hac, zekât, kurban vb. gibi ibadetlerin yanında bu ibadetlerin zaman içerisinde milletlerin örf ve âdetlerine göre ortaya çıkardığı kültür farklılıkları da varolmuştur. Aslında bir dinin, dindarın hayatında görünürlüğü şekil ve mana ile birlikte onun sosyal ve kültür hayatına damgasını vurmasıyla daha çok varoluş gerçeğini perçinler. Bir başka ifade ile dinî hayata coşkusallık katma biraz da o dinin kültürel boyutlarının ön plana çıkmasıyla ilişkilidir.

Bütün bir İslam âleminde olduğu gibi ülkemizin her bir köşesinde bir ibadet türü olan oruç mevsimi gelirken gönülden gelen iştiyakla hem maddi ve hem de manevi anlamda bir hazırlık yapılır. Başta içinde barındığımız evlerimiz, ibadet mekânlarımız ve Allah'ın nazargâh-ı ilahisi olan gönül kabemiz her türlü maddi ve manevi 'kirden' arındırılır. Anadolu'nun muhtelif yörelerinde bir temizlik ve nezaket dini olan İslam'ın arınmayı teşvik edici hüküm ve tavsiyeleri sokak, çarşı, pazar, okul, cami, kışla, kısaca sosyal hayatın her bir mekânında anlamlandırılır. “İyilik ve takvada yarışınız.” (Maide, 2) emrinin bir gereği olarak da Müslüman halkımız ortak ibadet mekânlarını temizlenmek suretiyle ramazan ayına hazırlarlar.

Ramazan ayının gelişiyle birlikte ekonomik hayatta bir hareketlilik yaşanır. Bütün bir Anadolu esnafı, ticari hayatın kalbi olan İstanbul'a akar. Gıda, giyim sektörü ve ulaşım oldukça canlanır. Bunun temel sebebi, ramazan ayına hazırlığın yapılmasıdır.

Camilerimizin minareleri mahyalarla süslenir. Özellikle mahyalarda ramazan ayı ve oruçla ilgili ayet ve hadislere yer verilir. Bu gelenek tamamen bizim milletimize özgüdür. Böyle bir şey dinde yoktur diye son mu vereceğiz? Bunun dine-imana zararı değil, iletişim çağında bilakis faydası söz konusudur. Mahya geleneği, atalarımızın geliştirdiği İslam'ın güzelliklerinin halka duyurulmasında bir yöntem biçimidir. Özellikle ramazan ayında camilerimizde mahyalar İstanbul siluetine aynı bir güzellik katmaktadır.

Ramazan ayı, aynı zamanda sınıfsal ayrımların bir süreliğine bile olsa ortadan kaldırıldığı kutlu bir zaman dilimidir. Herkes oruç tutmakla fakir-zengin eşitlenir. Bu bağlamda başta il yönetimleri ve belediyelerimiz olmak üzere, birtakım sivil toplum kuruluşlarının öncülüğünde diğer Anadolu şehirlerinde olduğu gibi mega-kent İstanbul'un Sultanahmet ve Üsküdar gibi en büyük semtlerinde ramazan iftar çadırlarının kurulması ve bu mekânlarda yoksullarımıza iftar ettirilmesi, sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın bir tezahürü olarak bir başka kültür zenginliğimizin en açık göstergesidir. Tarihi dokusu yüksek olan bu mekânlarda kurulan iftar çadırlarında sadece iftar yemekleri verilmemektedir. İnsanımızın gönlünün doyurulmasına yönelik kültürel taleplerine hizmet edecek faaliyetlere de yer verilmektedir. Başta, sohbetler, dinî musiki, yarışmalar, şiir geceleri, tiyatro vs. gibi gösteriler olmak üzere, göze ve kulağa hitap eden meddah, hacivat ve karagöz sahne oyunları bir kültür faaliyeti olarak ramazan ayına ayrı bir değer katmaktadır.

Yaşanan dindarlıkların, farklı karaktere sahip olan Müslüman toplumların yorumlamalarına göre mutfak kültürlerinden tutun da folklorik yapılarına varıncaya kadar bir kültür deseni çeşitlemesi oluşturduğundan söz edilebilir. İşte bu açıdan din ve dinin şekillendirdiği kültür o kadar iç içe girmiştir ki, birini diğerine feda etmek mümkün değildir. Çünkü din, kültür olaylarının tüm alanlarına yansımıştır. Coşkulu bir şekilde yaşandığı bir toplumda din, kültür kimliğini ve toplumun benliğini yabancılaşmaktan korumada çok önemli bir işlevselliğe sahiptir. Dinin fert ve toplum hayatından zayıflatıldığı ya da uzaklaştırıldığı dönemlerde, sosyal hayatın değişimi ile birlikte kültürel değişimi de kaçınılmaz olacaktır. Çünkü asimile olan bir insan, kendi kökenini, milletinin sürekliliğini sağlamada kültür ve karakter dokusunu oluşturan özelliklerini yitirir. Böylece kendi var oluşunu sağlayan epistemik kodlarından kopan ve yabancı kültürlere açık olan şahsiyetler, milletinin öz değerlerinden nefret etmeye başlar. Halkının tarihi, dini ve dinle yoğrulmuş kültürel değerleriyle barışık olmayan fertler daima şahsiyet krizi yaşar, içinde başka bir kişinin olduğunu tahayyül eder.

Maalesef, manevi değerlerimiz karşısında duyarsızlığı bir yaşam biçimi haline getirdiğimiz andan itibaren nesillerimiz bir aidiyet sorunu yaşamakla yüz yüze bırakılmıştır. “Hayat boşluk kabul etmez” düsturunca, yabancı kültürler, kendi değerlerimize yabancılaşmak suretiyle boşalttığımız alanları, doldurmaya başlamıştır.

Son zamanlarda dinimizin bize kazandırdığı misafirperverlik, sosyal dayanışma türü olan imece, zekât, infak, sadaka gibi dinî ve sosyal hasletler kültürel kimliğimizde meydana gelen yozlaşma neticesinde zayıflamaya yüz tuttuğu görülmektedir. Başkasını kendisine tercih etme anlamına gelen fütüvvet ve îsar ahlakı, yerini, “benim karnım tok, başkaları bana ne, gerekirse açlıktan ölürse ölsün” gibi bir bencilliğe bırakmıştır. Tekrar kaybolmaya yüz tutmuş değerlerimize kavuşmak için dinimizle topyekûn barışmaya ve yeniden köklerimize dönmeye ihtiyaç vardır. Kaynağını dinimizden alan vakıf medeniyetimizi yeniden kendi asli kökleri üzerinde yükseltebilecek imkânlara kavuşturucu gayret içerisine girmekten başka çaremiz yoktur. Bu konuda ramazan ayı bizim zayıf yanlarımızı yeniden düzeltmeye ve tıkanan kültür damarlarımızı açmada paylaşımlarımızı çoğaltmada yegâne yardımcı olabilecek bir fırsatlar halkasıdır.

21. yüzyılı idrak ettiğimiz şu tarihi dönemeçte bütün çeşitleriyle dinlerin yeniden dünyada yükselen bir değer olarak öne çıkmaya başladığını görüyoruz. Bu durum medeniyetler tarihi üzerinde çalışan P. Sorokin'in; “toplumlar, maddi, pagan bir kültürden, aşkın, kutsal ve ruhani bir kültüre doğru giden süreklilik çizgisi izler” tezini doğrulamaktadır. Gözden ırak tutulmaması gereken bir husus, medeniyetler ve kültürler arasındaki bu ayrışmada dinin yükselen belirleyiciliğine duyarsız kalmamaktır. Dine dönüş çabalarının teolojik açıdan izahı, insanın gerçek tabiatının taleplerine göre hareket etmesi değil midir? Çünkü maneviyattan uzaklaştırılmış insan yüreğinin uzun müddet dindışı sâikleri ön plana çıkarmış insan merkezli bir dayatmaya tahammülü yoktur. Bu yönüyle halkımızın dinî yoğunluğunun yaşandığı mekânlar arasında gelen camilerimizde kılınan beş vakit namaz ve cuma namazlarına ek olarak ramazan ayına özgü kılınan teravih namazlarına büyük teveccüh gösterilmesi, halkımızın dinine bağlılığının en büyük kanıtıdır. Her akşam teravih öncesi camilerimizin minarelerinden yükselen salat ü selamlar peygamberimize bağlılığın bir alamet-i farikası olurken, teravih namazı öncesi, arası ve sonlarında okunan ilahi ve kasideler dinle örülmüş kültürel varlığımızın ana simgesidir. Buna Kadir Gecesi'nde okunan mevlid-i şerifleri de eklemek mümkündür. Şüphesiz belli bir makamda icra edilen, ezanlar, mevlitler, salalar, ilahi ve kasideler, yaşayan kültürümüzün bir parçası olarak ibadet hayatımızın coşkusal bir boyut kazanmasına hizmet etmektedir. Hele hele gerek camilerde ve gerekse evlerde okunan mukabeleler dinî yoğunluğu daha da artırmaktadır. Geçmişte belli bir tarihsel dönemde manevi değerlere savaş açılan Balkan ve Kafkas coğrafyalarda, hâlâ ramazan coşkusu yaşanıyorsa bunu İslam dininin yaşatılan kültürel boyutuna borçluyuz. Yine hâlâ yaşadığımız çağda evrensel manevi ve ahlaki değerler dünyada sömürgeciliğin ve hele hele kültür sömürgeciliğinin her çeşidine karşı direniş ruhu aşılıyorsa, bunun sebeplerini bireye irade hürriyeti veren İslam'ın temel dinamiklerinde ve değiştirici davranış kalıbı olan kültürel dokusunda aramalıyız. Yaşadığımız dünyada Türk Cumhuriyetleri ve Müslüman ülkeler arasında; ticaret, sanayi, sanat, edebiyat ve kültür alanlarında bizi ortak işbirliğine sevk eden itici güç, işte aynı dine, bu dinden beslenen ortak kültürel motiflerine ve tarihi değerlere sahip olmamızdan kaynaklanmaktadır.

Sonuç olarak söylemek gerekirse, din, insanlık için vazgeçilmesi mümkün olmayan bir kurumdur. O, insanlıkla birlikte doğmuş ve onunla birlikte devam edecektir. Ramazan ayında dolu dolu yaşanan dinî hayat, kültürel varlığımızın oluşmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Bu sebeple, zaman bakımından çevrimsel bir özellik taşıyan ramazan ayı, işte sanat, edebiyat, estetik, musiki, giyim tarzları, mutfak kültürü ve birtakım gösteri sanatları gibi insan hayatının bütün evrelerine kültürel açıdan damgasını vurmuştur. Bizi birleştiren ve bütünleştiren bu kültürel varlıklarımızı korumak ve muhafaza etmek, hepimizin boynunun borcudur. Eğer toplumun vicdanı, sağlam kaynaklara dayalı ve dini doğru anlayan eğiticiler tarafından doğru din eğitim ve öğretimi ile beslenirse, din bütün zamanlar için insanlık tarihinde manevi ve ahlaki bir zabıta sistemi oluşturabilir. O halde millet olarak, yeniden sosyal, siyasal, ekonomik, fikri, ilmi ve dini alanlarda gelişmeci bir tavır sergilemek suretiyle çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak istiyorsak, yeniden kültürel kimliğimizin köklerine dönmekten başka çıkar yolun olmadığını bilmeliyiz.

Hayırlı ve bereketli ramazanlar dileğiyle!...

 

 

Not: Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi Ağustos 2009 sayısında yayınlanmıştır.

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: