• resmi ilanlar

CUMA SOHBETLERİ

12/03/2015 14:00

Bolu İl Müftülüğü vaizlerinden Harun Bakan ve Kadir Öztürk’ün hazırladığı ‘Cuma Sohbetleri’nin bu haftaki bölümü Bolu Express’te

Mehmet Akif Ersoy;  Gönüllü Sürgün!…

Mehmet Âkif, 1920’de İstanbul’da memuriyet hayatının en üst denilebilecek bir görevindedir. Geçimliği de iyidir. Umur-u Baytariye müdür muavinliği yapmış, Halkalı Ziraat Mektebi’nde Kitabet ve Dârülfünunda Edebiyat dersleri vermiştir. Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyesi iken aynı zamanda başkâtipliğine (Genel Sekreter) getirilmiştir.

Ruhumun senden İlahi , şudur ancak emeli  
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli  
Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde beninim inlemeli 

Ama o huzurlu değildir. Vatanı işgal altındadır. Başkent İstanbul işgal altındadır. Görevini riske atarak, Balıkesir’e gider. Kuva-yıMilliye’ye destek verir. Ardından ailesini bırakarak Anadolu’ya geçer. İlk Meclis’te Burdur Mebusu’dur. Ama milletvekilliği ile öne çıkmaz. O Millî Mücadele’nin gürleyen sesi, Sevr’i Anadolu’ya, en önce ve en uyarıcı dozda anlatan, İstiklâl Marşı’nı keleme alan millî şairdir.

Nisan 1923’ten sonra ise işsiz, maaşsız dışarıdadır. Zaferin şadumanlığını duymaya hiç fırsatı olmaz. Millî Mücadele günlerinin zorlukları, ona güç gelmemiştir. O günlerin güçlüklerini izah kolaydır. Vatan tehlikededir. Savaş vardır. Cephede Mehmetçiğin göğüs gerdiği güçlüklere, cephe gerisindekilerin de katlanması gerekmektedir. Topyekûn bir dayanışma ve kalkışma ile zafere erişilebileceğinin bilinci gelişmiştir. Açlık, evsizlik, kışta paltosuzluk umurunda değildir. TaceddinDergâhı’nın sediri onun için lükstür bile.

Savaş bitmiş, Cumhuriyet ilân edilmiştir. Hanede altı çocuğu vardır. Yirmi yıllık memuriyete ilave olarak, üç yıl milletvekilliği yaptığı, emekliliği hak ettiği halde bir türlü emeklilik maaşı bağlanmaz, emeklilik ikramiyesi verilmez. Adına yapılan müracaatlar geçiştirilir. Yurt dışına çıktığında, borç bularak zaruri ihtiyaçlarını görmeye çalıştığında muhtaçlığını giderecek bir gelirden yoksun bırakılır. Emeklilik maaşının, ölümünden önceki günler çıkarılması bize has garipliklerden olsa gerektir. “Kadın Şairi” diye ünlenenlerin milletvekili olduğu, zafer haberlerini yapması için Anadolu’ya davet edildiğinde “yeni nişanlandım” mazereti ile gelmeyenlerin bile matbaa, gazete sahibi yapıldığı bir ülkede, Millî Şair, açıkta bırakılmıştır. Üstelik başyazarı bulunduğu dergi kapatılmış (Sebilürreşad, 6 Mart 1925); sahibi idamla yargılanmak üzere tutuklanıp, Şark İstiklâl Mahkemesine gönderilmiştir (Arabacı, 2004, 96 vd.;Düzdağ, 2004, 127).

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, 1925 yazında İstanbul’da polis takibi altına alınır. Her şey bir yana peşine bir polisin takılması, Âkif’in vatandan “gönüllü sürgün” kararını vermesine yetmiştir. Büyük bir hüzün ve teessür içinde: “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memleketine ihânet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum” der (Şengüler, 1992/10, 359; Düzdağ, 2007, 4, 15). Bu durum bardağı taşıran son damla olmuştur. Ailesini de alarak, Mısır’a gider. Asırlar boyu Türk yurdu olan, on üçüncü asırda bile Türkiye diye anılan Mısır’da ona yüreğini açan gönül dostları vardır. Daha önce 1914, 1915’te görevli olarak, 1923 ve 1925’te de misafir olarak gidip geldiği bu ülkeye yerleşir.

Âkif’in Mısır’daki hayatı, bir çok esere konu olmuştur . Burada onlardan, özellikle hatıraları öne çıkaran eserlerden yararlanılarak hayatı değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Âkif’in Mısır’da 1925–1936 arasında yaklaşık on bir yıl süren hayatını, Abbas Halim Paşa’sız değerlendirmek mümkün değildir. Onun için öncelikle Abbas Halim bağlantısı üzerinde durulacaktır.

Âkif, 1923’te Mısır’a gittiğinde ailesi ile birlikte değildir. İki yıl kışları, Abbas Halim Paşa’nın misafiri olur. Paşa’nın Hilvan’daki büyük sarayı karşısında bulunan küçük köşkü kendisine tahsis edilir. Köşk yanında, içinde ceylanlar bulunan bir bahçe de bulunmaktadır. Bahçeye bakan Rüstem Ağa adındaki bir Arnavut, aynı zamanda MehmedÂkif’e de hizmet etmekte, çayını-kahvesini yapmaktadır (Düzdağ, 2007/2, 300).

Âkif, burada sakin, müsterihtir. Hayatının en huzurlu zamanlarını orada yaşamıştır. Onun için verimlidir de. Fir’avn İle Yüz Yüze şiirini burada yazar.

Fakat yardımseverliği, zenginliğine rağmen, gayet sade hayatı tercih eden o mütefekkir prens; Mısır çölünde, Âkif başucunda iken 1934’te vefat ederek dostunu yalnız bırakır. Âkif, bu ayrılıktan çok kederlen-miştir. “Oracıkta diz çökerek birkaç saat içinde hatmini” tamamlar. Donup kalmıştır. Ağlayamaz. Sonra “boynuna sarılarak; Cânan niçin gittin?” der. Gözyaşları içinde defnettikten sonra, evine döndüğünde Mısır’da duramayacağını anlamış; Paşa’nın vefatı ona, babası ardından “on dört yaşında tattığı öksüzlük acısını, ikinci defa” tattırmıştır (Düzdağ, 2004, 143–144). Yakın arkadaşı, Eşref Edib, Prens Abbas Halim Paşa’sız üstadı şöyle anlatmaktadır: “O, onsuz gurbet ellerinde nasıl yaşayabilirdi? Çok geçmeden o da hastalandı, artık orada duramaz oldu, İstanbul’a döndü.” (Eşref Edib, 1962, 226–228).

Abbas Halim Paşa ile aralarındaki onca dostluk ve hukuka rağmen Âkif, ailesini Mısır’a götürünce, köşkten ayrılarak, Hilvan’ın bir köşesinde çöl yanında ayrı bir ev kiralar (Eşref Edib, 1962, 208).

Âkif, para ve menfaat konularında çok çekingen, alıngan ve nezih bir insandır. Kendisini Mısır’a davet eden Abbas Halim Paşa’ya karşı bile çok dikkatlidir. Ailesini götürdükten sonraki dönem, maddî sıkıntı içindedir. Ama haline tahammül eder. Mısır’da tanışıp dost olduğu AbdülvehhabAzzam, çekingen bir şekilde kendisine üniversitede Türkçe muallimliği teklif ederek: “Âkif Bey, bilmem ki size zor mu gelir? Zahmet olur mu?” diye sorar. Âkif’in cevabı şöyledir: “Doktor, size bunu ben arz etmek istiyordum. Sizinki keramet gibi oldu. Param bitti, çareler düşünüyordum..” Azzam, hâlâ çekingendir: “Efendim, Kahire’ye gidip geleceksiniz, çoluk-çocuğa gramer okutacaksınız” deyince, Azzam’ı ağlatan şu cevabı verir: “Hamallık yapmaya da razıyım..” (Düzdağ, 2007, 378).

1932 yılında Mısır’a giderek ziyaret eden Eşref Edib, kaldığı odayı şöyle anlatmaktadır: “Eşya namına odasında birkaç kanepe, iki demir ayak üzerine konulmuş birkaç tahtadan ibaret karyola vazifesini görür bir şey, bir hasır seccade, bir çift nalın, bir divit, bir de duvarda Hikmet Bey’in Afganistan’dan gönderdiği bir seccade. Bu seccade lüks sayılırdı.” Üstat evden eve taşınırken “konu-komşu eşyasını görmesin diye” geceleri taşındığını söylemiştir (Eşref Edib, 1962, 216). Üstadın evi, daha sonra bir su küpü ile zenginleşir. Ziyaretine gelen İhsan Efendi’ye şöyle müjdeler: “Çok zamandan beri bir su küpü almak istiyordum. Nihayet aldım. Şimdi böyle suyumuzu soğutup içiyoruz.” (Eşref Edib, 1962, 224).

11 yıl Mısır'da sefil hayatı sürdü. 63 yaşında çok hastayken, vefat etmesine yakın İstanbul'a geri dönmeye karar verdi.Vapur Çanakkaleden geçerken İstanbul'un camilerini görünce ağlamaya başlayan şairin yanında sadece zevcesi İsmet hanım vardı.( Akifname sayfa 508 ) Onun geri gelişini hazmedemeyen kişiler ona vize veren konsolosluk hakkında tahkikat başlatmış ve bu tahkikat vefatına kadar sürmüştür. 

Milli mücadelenin önderlerinden Mehmet Akif Ersoy , kendi vatanında vatan haini muamelesi görüyordu.Kendi vatanında böyle aşağılanmanın burukluğuyla, İstanbul'a geldikten 5 ay sonra vefat etti.

Âkif, sade yaşamayı seven, gösterişe itibar etmeyen, tutumlu bir insandır. Ama düzenli bir geliri, işi yoktur. Buldukları da ailesi ile birlikte giderlerini karşılayacak düzeyde değildir. Onun için bütçesi hiçbir zaman dengede kalmamıştır. “Borçsuz kaldığı nadirdir.” Yalnız maddî sıkıntısını bile, lâtife konusu yaparak hafifletmenin yolunu bulmuştur. Para sıkıntısı olduğu zaman şu hikâyeyi anlatır: “Bir Arap şairine demişler: ‘Niçin bizi hiç aramıyor, sormuyorsun?’ Şair demiş ki: ‘Kalbimde birkaç yer var. Biri kasaba, biri bakkala, biri de sebzeciye.. Bunları düşünmekten başkasına yer yok.’ İşte benim vaziyetim de böyle.” (Eşref Edib, 1962, 220).


Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem, 
Gelenin keyfi için geçmişe asla sövemem. 
Biri ecdadıma saldırdı mı hatta boğarım, 
Boğamazsam hiç olmazsa yanımdan kovarım. 
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam 
Hele hak namına ölsem haksızlığa tapamam. 
Yumuşak başlı isem kim demiş uysal koyunum? 
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum. 
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim 
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim, 
Adam aldırma da git, diyemem aldırırım. 
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! 
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu... 
İrticanın şu sizin lehçede manası bu m


Bu şiir her şeyi anlatıyor sanırım.

Mehmet Akif Ersoy’un Oğlu Emre’nin Hazin Vefatı…

Gazeteci-Yazar Çetin Altan, Mehmet Akif´in oğluyla ilgili yaşadığı o gözleri yaşartan anları ve oğlunun akıbetini şöyle anlatıyor:

“İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy’u hepimiz tanırız. Çok ünlü bir vatan şairi olarak biliriz. Çünkü İstiklal Marşı’nı yazmıştır. Yarışmayı kazandığı halde, para ödülünü almayı reddetmiştir. Ama biyografi okumayı bilmediğimiz için mesela yoksulluk içinde geçen bir hayat sürdüğünü pek bilmeyiz.

Size bir anımı anlatayım. 1966 sonları, bir öğle sonrası odamdayım. ‘Sizi biri görmek istiyor’ dediler.

 ‘Buyursun’ dedim. İçeri tıraşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazır olu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla; ‘Bendeniz Mehmet Akif’in oğluyum’ dedi. Bir anda ne olduğumu şaşırdım. Nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine;

‘Oooo buyurun buyurun, nasılsınız?’ türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O, tavrını bozmadı; ‘Rahatsız etmeyeyim, sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim’ dedi.

Gökler mi tepeme yıkıldı, yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena, allak bullak oldum. Ve tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkartıp uzattım.

O, bükük boynuyla: ‘Siz ne münasip görürseniz’ dedi. Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. ‘Durun bakalım neyimiz varmış’ gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, fazla bir şey de yoktu, elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı. ‘Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim’ dedi ve çıktı.

Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme: Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif’in oğlunun ölüsü bulunmuştu!"

Bu ülkenin ve milletin İstiklal Marşı'nı yazmış, yazdığı gibi dosdoğru ve namuslu olarak yaşamış bu karakter abidesinin oğlu Emin'in mezarı dahi bilinmiyor.

Mehmet Akif'in idealindeki "Asım'ın neslini yetiştirebilmek, istiklal ve "Çanakkale ruhunu yaşatabilmek, tarihteki büyük ve ulvi misyonumuzu yeniden kuşanıp ‘diriliş medeniyeti’ ni yeniden inşa edebilmek için Mehmet Akif'in hayatı, şahsiyeti, mücadelesi, fikir ve sanatı, her yönüyle doğru usul ve yöntemlerle yeni nesillere anlatılmalı ve onlara ideal bir millî şahsiyet kazandırılmalıdır.

Sadece "Nerdesin ey vefa, ey insanlık?" diye haykırmak ve "Yazıklar olsun!" diye lanet etmekle mi yetinelim? Mehmet Akif'in Safahat'ını, vaazlarını, tefsirlerini, yıllar sonra ortaya çıkıp basılan kısmî Kur'an Meali'ni, mektuplarını, makalelerini, tercümelerini, hakkında yazılanları okuma, okutma ve anlama çabası içinde olmamız gerekmez mi?

"Asım'ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek.

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!" mısralarını ruhumuza ve hayatımıza hakim kılmaya ne dersiniz dostlar?

Mehmet Akif gibi zirve şahsiyetleri yalnızca "anmak" değil, "anlamak" dileğiyle...

 

İstiklal Marşı Büyük Bir Zaferdir

Akif, kendi hayat felsefesini o günün Meclisine yansıtamamıştı fakat, bu bağlamda çok önemli bir hamle yapmıştır. O da İstiklal Marşı’dır. İstiklal Marşı, Akif’in hayat anlayışını yansıtmaktadır. Akif, 8 Şubat 1921 tarihinde gizli celsede oluşturamadığı birlik ve beraberlik anlayışını İstiklal Marşıyla sağlamıştır. O bu marşla geçmiş ile geleceği, dini olanla milli olanı ve geleneksel değerlerle modern değerleri bütünleştirmiştir. O günün Meclis ve toplumunda pek yeşerme imkanı bulamayan bu tohumlar; İstiklal Marşıyla milletin sinesine ekilmiştir.

Akif, İstiklal Marşına Safahat’ın özünü yerleştirmiştir. Onun ruhunu Mecliste oluşturmaya çalışmış fakat, bunda yeterince muvaffak olamayınca biraz pasif bir görüntü içine girmiştir. Aslında bu pasiflikte büyük bir aktivite vardır. Bunun anlaşılması için 80-90 yıl geçmesi gerekmiştir. İstiklal Marşı, Akif’in hayat felsefesi ve idealleri açısından büyük bir zaferdir.

Çünkü, İstiklal Marşı toplumu bütünleştiren bir değerdir. O içeriği itibariyle; milli birlik ve beraberliğin en güçlü ifadelerinden birisidir. Mehmet Doğan, İstiklal Marşı’nı bu yönüyle “Bir Milli Mutabakat Metni”olarak tanımlamaktadır. Onun toplumumuz için önemi çok büyüktür. O kimlik kartlarımızdan birisidir. O Milli Mücadeleden beri her dönemde son derece önemli fonksiyonlar göstermiştir.

İstiklal Marşı, milli kimliğimizin dinamiklerini yansıtmaktadır. Tarih şuuru, sağlam karakter, doğruluk, adalete bağlılık, başarıya olan sarsılmaz inanç, maddi ve manevi değerlerin önemi bunlardan bazılarıdır. İstiklal Marşını öğrenen yeni nesiller bu değerleri de kalp ve ruhlarına kodlamış olmaktadır. Dünyadaki milli marşlar arasında çok azı İstiklal Marşı kadar fonksiyonel değer taşımaktadır. Öncelikle o, yeni kurulan devletin bir habercisidir. Bu marş yazıldıktan sonra yeni devletin kurulacağına olan inanç ve güven daha da artmıştır. Dünyadaki birçok milli marş devlet kurulduktan sonra yazılmıştır. İstiklal Marşı ise, Türkiye Cumhuriyeti Devleti resmen kurulmadan önce meşhur olmuş ve devletin kurulmasına sembolik olarak büyük katkı sağlamıştır.

İstiklal Marşı, her okunduğunda milli heyecanı beslediğinden dolayı kalp ve ruhlara dinamizm kazandırmaktadır. Günümüzde okullarda, resmi kurumlarda, resmi spor müsabakalarında, bilimsel ve sanat toplantılarında v.s. okunan İstiklal Marşı; bizi biz yapan temel değerleri bize yeniden hatırlatmaktadır.

 

 

İSTİKLAL MARŞI 
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak 
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. 
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak. 
O benimdir, o benim milletimindir ancak. 

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal! 
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celâl? 
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal; 
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal. 

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! 
Kükremiş sel gibiyim: bendimi çiğner, aşarım. 
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. 

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar. 
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. 
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar, 
'Medeniyet! ' dediğin tek dişi kalmış canavar? 

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın; 
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. 
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın, 
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. 

Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı! 
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. 
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı. 
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı. 

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? 
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! 
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, 
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâdacüdâ. 

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli: 
Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! 
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli- 
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli. 

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım. 
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım; 
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım; 
O zaman yükselerek arşa değer belki başım! 

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! 
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. 
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl; 
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet, 
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!

 

 

 

 

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: