• resmi ilanlar

CUMA SOHBETLERİ

17/03/2016 11:00

Bolu İl Müftülüğü vaizlerinden Harun Bakan ve Kadir Öztürk'ün hazırladığı ‘Cuma Sohbetleri'nin bu haftaki bölümü Bolu Express'te

AHZAB, ÇANAKKALE VE MEHMET AKİF

610 yılı Ramazan ayında Kâbe’ye yaklaşık beş kilometre uzaktaki Hira Dağı Nur Mağarası’nda Cibril-i Emin’in Efendimiz’e (sav) getirdiği Alak Suresi’nin ilk beş ayeti ile İslâm’ın serüveni başlamıştır. Efendimiz (sav) durumu ilk önce muhtereme validemiz, değerli eşi Hz. Hatice’ye anlatmıştır. Daha sonra yakın akrabalarından başlayarak tebliğ halkası daha da genişlemiştir. Kölesiyle, çocuğuyla, erkeğiyle kadınıyla insanlar İslam’a girmeye başlamışlardır. Yaklaşık olarak üç yıl boyunca gizli devam eden tebliğ süreci, Hz. Ömer’in (ra) Müslüman oluşuyla açıktan yapılmaya başlanmıştır.

Efendimiz (sav) tebliğ görevini gizli veya açıktan yerine getirirken birçok sıkıntılarla karşılaştığı gibi O’na inanan insanlar da birçok eziyetlere tabi tutulmuşlardır. Mekkeli müşrikler aç susuz bırakmak, yaralamak, dövmek, kızgın demirle dağlamak gibi yöntemlerle Müslümanları inanmaktan alıkoyacaklarını düşünüyorlardı. Mesela Bilal-i Habeşi güneşin altında, kızgın kumlarda, sırtına taş konarak birçok eziyete maruz kalmaktaydı. Öte yandan Ammâr, babası Yâsir ve annesi Sümeyye ile ailecek müşriklerin eziyeti altında inliyor, inanmaktan vazgeçtikleri takdirde müşriklerin kendilerine hayatlarını bahşedecekleri müjdeleniyordu.(!) Eşi ve oğlunun gözleri önünde Sümeyye’nin elleri ve ayakları dört farklı yöne gitmeye hazır develere bağlanıyor, inkâr etmesi isteniyor, “Allah bir” demeye devam edince develeri çekenlere emir veriliyor ve Sümeyye İslam’ın ilk şehidi unvanıyla şerefleniyordu. Yâsir de oğlunun gözü önünde “Allah bir” demesinden ötürü şehid edilince Ammar müşriklerin istediklerini yapmış ve kurtulmuş ama son derece endişe ve üzüntü içerisinde Efendimiz’e durumu bildirmişti. Eziyetlere dayanamayacak noktada o sözleri sarfettiği esnada kalbinin durumunu soran Efendimiz’e ‘kalbim her an seninleydi Ya Rasulallah’ cevabını veriyordu. Bu durum daha sonra Nahl Suresi 106. Ayet-i kerimeyle bir ruhsata kavuşuyordu.

İlk vahyin inişinin üzerinden on üç yıl geçmesine rağmen eziyetler son bulmuyordu. Habeşistan’a hicret de sorunu kökünden çözmeye yetmemişti. İşkenceler son bulmadığı gibi işi, Efendimiz (sav)’e suikast yaparak mübarek bedenini ortadan kaldırmaya teşebbüse kadar vardırmışlardı. Bunun üzerine inananlar, mallarını mülklerini Mekke’de bırakıp Medine’ye hicret ettiler. Hicret sonrasında müşriklerin eziyetleri bakımından rahatlayan Müslümanlar, Bedir (624) ve Uhud (625) Savaşlarında müşriklerle karşı karşıya geldiler. Bu savaşlarda da müşrikler İslam’ın nurunu söndürememişlerdi.

Bunun üzerine hicretin beşinci yılı miladi 627 tarihinde Medine üzerine yürümek için bir ordu toplandı. Bu orduda bulunanlar inanç, etnik köken, kabile vb. açılardan birbirlerinin aynısı değillerdi. Medine’de yerleşik oldukları halde anlaşmayı bozduklarından dolayı Medine’den çıkarılan Benî Nadîr Yahudileri, Mekke’de bulunan putperest müşriklerle anlaştılar. On bin kişilik bir ordu toplayarak Medine üzerine yürümeye karar verdiler. Bu toplama orduda kimler yoktu ki? Mekkeli Müşrikler başta olmak üzere bunlar arasında bazı Yahudi kabileleri de bulunuyordu. Müşrikler kendi birliklerinin yanı sıra Ehabiş, Kinane, Tihame, Benî Süleym, Eşca’, Benî Murra,  Ğatafan, Fezare, Benî Esed, Necd kabilelerinden de paralı askerler toplamışlardı. Bu büyük ordu İslâm’a son ve öldürücü darbeyi vurmak, Allah’ın nurunu boğmak niyet ve umuduyla Medine’ye yöneldi. Arap Yarımadası belki de o güne kadar böyle büyük bir orduya şahit olmamıştı. (İbn Hişâm, Sîre, II, 214-221)

Durum haber alınınca “Onların işleri aralarında danışma iledir’’ (Şura, 42/38) ayet-i kerimesi gereğince Allah Resûlü (sav), ashabını topladı ve durumu görüştü. Medine’nin savunulmasında nasıl bir yol izleneceği ile ilgili görüşlerini açıkladılar. Çoğunluk Medine’nin içeriden savunulması gerektiği görüşündeydi. Selman-ı Fârisî (ra), memleketi İran’da bir şehre düşman saldırınca etrafına hendek kazarak savunma yapmanın yaygın bir uygulama olduğunu söylemesi üzerine Medine-i Münevvere çevresine hendek kazılması kararı alındı.

Şehrin çevresi hurmalıklar lav kalıntısı kayalıklardan oluşuyordu. (Bkz. Harre md. DİA, XVI, 244) Volkanik patlamalar sonucu etrafa yayılan siyah, sert, keskin taş haline gelmiş bu lavların bulunduğu bölgelerden insanların veya hayvanların geçmesi mümkün değildi. Hal böyle olunca şehrin açık kalan diğer bölgelerine önerilen hendeğin kazılması mümkün görünüyordu. Bizzat Efendimizin de çalıştığı hendek kazma faaliyetinde birçok mucizenin de gerçekleştiği rivayet edilir.

İşte Ahzab Savaşı veya Hendek Savaşı olarak adlandırılan bu savunma savaşında İslam’ı söndürmek isteyenlerin ittifakı Yüce Allah’ın lütfu ve desteğiyle bozguna uğratılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: ‘‘Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani (düşman) ordular üzerinize gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgâr ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir.’’ (Ahzab, 33/9)

Birçok farkları bulunmasına rağmen Allah düşmanı olma ortak noktasında bir araya gelen bu gruplar (ahzab), Allah’ın yardımıyla Müslümanlar tarafından hezimete uğramışlardır. Bu olayın üzerinden 1288 yıl geçtikten sonra 1915 tarihinde birçok yönüyle benzeşen bir olay daha yaşanmıştır. Birinci Dünya Savaşı içerisinde tarihin en kanlı bölümü olarak bilinen Çanakkale Savaşları’na baktığımızda Osmanlı ordusu karşısında da etnik kökeni, dini, dili ve ırkı farklı birçok asker görmek mümkündür. İttifak devletleri arasında savaşa giren Osmanlı Ordusu, karşısındaki itilaf (anlaşma) devletleri ile savaşmaktadır. İtilaf devletleri ordusu değişik etnik ve dinsel gruplardan meydana gelen askerlerden oluşmaktadır. Bu orduda İngiliz, İskoç, İrlandalı, İsviçreli, İsveçli, Fransız, Hintli, Kuzey Afrikalı Cezayirliler ve Zuaveler, Senegalli, Kanadalı, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerler, Sikhler, Pahtanlar, Jatlar, Gurkhalar, Bahiciler, Madrassiler, Rawalpindiler, Napaller, Danlar, Finler, Lehlerin yanında Yahudi, Ermeni ve Rum gönüllü birlikleri de bulunmaktaydı. Mehmet Akif; “kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela” derken ne kadar da haklıydı.

Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer

Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,

Osrtralya’yla beraber bakıyorsun; Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk.

Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.

İşte vahşette birleşmiş bu orduya karşı savaşan yiğitleri Akif şöyle över:

Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.

Milli ve manevi değerlerle donanmış, vatanını, dinini koruma yolunda her gayreti göstermiş ve bu uğurda canını vermiş şehitlere de şöyle seslenir Akif:

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...

Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

627’de gerçekleşen Ahzab (Hendek) savaşı ile 1915’te yaşanan Çanakkale Savaşı, düşmanlarımızın farklı niteliklerine rağmen Allah’ın nurunu söndürmek için birleşmiş olmaları bakımından birbirine benzemektedir. Tarihin herhangi bir döneminde yaşanmış bir olay, ders alınıp tedbirler geliştirilmediği takdirde tekerrür etmesi muhtemeldir. Bize düşen görev, dinimizi sahih bilgiyle doğru anlayışla öğrenip yaşamak, neslimize aktarmak, tehlikelerin farkında olmak ve tedbir almaktır.

Yrd. Doç. Dr. Nusret DEDE

                                                                                  AİBÜ  İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

                                                                                      nusretdede@ibu.edu.tr

 

MEHMED AKİFLER YETİŞTİRMEK

                                                                                   

Mehmet Akif Ersoy’un eserleri içinde en kıymetlisi, en çok okunan ve bilineni hiç şüphesiz İstiklal Marşımızdır. İstiklalimizin önemini, bayrağın ve hürriyetin değerini anlatan bu eserin bir benzerinin daha yazılamayışı ve ilk iki kıtasının Millî Marş olarak okunuyor olmasının anlamı üzerinde düşünmemiz bizi Şairin büyüklüğüne götüren en önemli bir işarettir. Her eser önemli ölçüde yazıldığı zamanla kayıtlıdır ve bize o zaman ve ortamın ruhunu aksettirir. Ama eserin zamanını aşması ve sonraki zamanlara da hükmetmesi, o artık eser sahibinin değerini de ortaya koyar.

Akif son zamanlarında, hasta yatağında iken ziyaretine gelenler arasında, İstiklal Marşı’nın tekrar yazılması konusu geçer. Hasta yatağından doğrulan Akif:

“Bu, ümitle, imanla yazılır. O zamanı düşünün. İmanım olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben, başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır...

O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Binbir fecayi karşısında bunalan ruhların ıstıraplar içinde halas dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılmaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur.

Allah bir daha bu millete bir İstiklal Marşı yazdırmasın!” der. Bu satırlardan bu denli bir eser ortaya koymanın bazı ipuçlarını bulmamız mümkündür. Bunlar; iman, ihlas, heyecan, ümit vs. Bunların bir ortam işi olduğu da açık, bu duyguların ortaya çıkmasına neden olan bir ortam. Ülke işgal edilmiş, medeniyet perdesi altındaki tek dişi kalmış canavarın hücumuna maruz kalmış. Her tarafta yangın var, canımıza, malımıza, namusumuza ve istiklalimize kast edilmiş. Hiç şüphesiz bunlar insanı tahrik eden hususlar. Ama her şeyden önce bunlarla tahrik olacak bir ruh hali, bir eğitim almış olmak da önemli. Çünkü bugün, bunların hiçbir şey ifade etmediğine; film izler gibi savaş izlendiğine, kendini aşağı atıp intihar etmek isteyen birine “At, at!” diye tempo tutulduğuna şahit olduğumuz çok zamanlar var. 

           Eğitimin ailede başladığında herkes hem fikirdir. Fakat aile bile bir ortamda, bir eğitim çevresinde, bir dünya görüşünün hâkim olduğu yerde, çeşitli öncelikleri olan bir konumda durmaktadır. Konumuz olan Akif’in ailesi ve kökeni ile ilgili ünlü düşünür ve şair Sezai Karakoç, şu nefis yorumu yapar: "Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih:
Yani tam bir Doğu İslamlığının, Batı İslamlığının ve Merkez İslamlığının bir sentezi bir çocuk." Bir ailenin hayatına dinin hâkim olması; önceliklerini belirlenmesinde, dünya görüşünün oluşmasında, yetiştireceği çocukların şekillenmesinde vs. kendini gösterir. Kaldı ki son zamanlarında olsa da Osmanlı’ya hâkim unsurun da önemli ölçüde din olduğunu, eğitiminin de ona göre şekillendiğini söyleyebiliriz. İnsanın yetişmesinde yaşadığı semtin bile konu edildiği Karakoç’un ifadesinde görülmektedir

               Bugün de insanımızın dünya görüşüne uygun eş araması, oturacağı semti belirlemesi, ev almadan komşularını araştırması, ortamın önemine vurgu yapan hususlardır. Tüm bunlar insanın eğitim dünyasını da şekillendirir. Çocuğumuzu, imkânlarımızı zorlayarak değer dünyamıza yakın özel bir okula yazdırmak; dinini, imanını, Kur’an’ını öğrensin diye İmam-Hatip okullarına yazdırmanın da altında önemli ölçüde ortam kaygımız vardır. Çocuğumuz okula başlarken öğreticiliği yanında, değerlere saygılı bir öğretmeni tercih etmeye çalışmak da diğer bir kaygımızdır.

                 Eğitim ortamının değişmez ve devamlı şahısları anne-babalar başka şartları düşünürken kendilerinin gelişimini, örnek olma mecburiyetlerini unutacak durumda değillerdir. Çünkü evlatlarının birinci öğretmenlik görevi onlara aittir. Gerektiğinde okulu takviye etmek, eksik gördükleri hususları tamamlamak görevi onlarındır. Ayrıca çocuğun şahsiyetinin gelişmesinde en önemli görev onlara aittir. M.Akif’in babası M.Tahir Efendi, Fatih dersiamlarından idi. O yıllarda Fatih Medreseleri ilmin kaynağı olarak görülür, müderrislerine ise gıbta ile bakılırdı. Tahir Efendi, ta medrese yıllarından aynı isimdeki diğer arkadaşlarından ayrılması için “Temiz Tahir Efendi” ismiyle tanınırdı. Akif Arapça eğitiminin önemli bir kısmını babasından almıştır. O, anne-babasının örnekliği noktasında da şöyle der: "Annem ibadetine çok düşkü bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dinî bağlılıkları vardı. İbadetin verdiği zevkleri heyecanla tatmışlardı." Örneklik dediğimiz bu olsa gerek, insanın önünde ibadet zevkini tadan bir anne-babanın olması. Bunu, çocuğun ruhunda hissetmesi. Bazen anne-babalar, öğretmenler derler ya “Bu çocuklar hiç mi etraflarına bakmazlar! Hiç mi güzel bir örnek almazlar!” Elbette bakarlar ama onun ne zaman davranış haline geleceğinin vakti gelmemiştir.

                 Annesi onun bir din âlimi olmasını çok arzularken babası Akif’in isteğine göre bir eğitim almasını arzulardı. Nitekim Akif, belki de o devrin en ihtiyaç duyulan alanı olarak gördüğü mülkiyeyi tercih etmişti ama bitirmek nasip olmadı, şartlar onu baytar mektebi mezunu yaptı. Çünkü babasının vefatı, evlerinin yanması, yoksulluk, mülkiye mezunlarının fazla iş bulamaması gibi zaruretler vardı. Bu yönü ile zamanı ve şartları iyi okumanın ama ideallerinden de vazgeçmemenin önemi ortaya çıkmaktadır. İnsan yeter ki kendini yetiştirsin ekmek yiyeceği işle beraber ideallerinin peşinden  beraber de yürüyebilir. Bu anlamda Akif, mütercimlik yapacak kadar üç dile (Arapça, Farsça, Fransızca) hâkim olmakla ana dilinde de kendini meşhur edecek şiirler yazmış bir şahsiyettir. Kur’an hıfzını tamamlamış ve şiirlerinde birçok ayet ve hadise atıfta bulunmuştur. Tefsir sadedinde bizzat ayet yorumlarında bulunduğu şiirleri de mevcuttur.

                  İnsanın bir idealinin, ülküsünün olması da onun önünü aydınlatan, yolunu açan, hedefini belirleyen bir husustur. Bunlar çok küçük yaşlarda kazanılmakla insanın hareket tarzını belirlemesinde önemli işaret taşlarıdır. Artık yolun hedefi kadar sınırları, kuralları, bellidir. Otobana girmiş bir araç gibi daha emniyette ve daha hedefine yakındır. Akif, mektep yıllarından yağlı güreş tutacak kadar güreş öğrenmiş, taş yarıştırmış, boğazı karşıya geçme yarışlarına katılmış ve çok sevdiği mektebin "Doru" isimli atına binip uzun yürüyüşlere çıkmıştır. Dostları O'nun sadece sportif karşılaşmalarda iddiacı olduğunu, bunun dışında kendisini önemsemediğini belirtiyorlar. Şiire ilgisi de okulun son iki yılında başlamıştır. Bir Ermeni öğrencinin okul birinciliğine aday olduğunu duyunca harekete geçmiş ve mektebini birinci olarak bitirmiştir. Zaman vatanın müdafaasına gelince orada da üzerine düşen vazifeyi unutmamış ve Anadolu’yu köy köy gezerek insanları bu kutlu cihada çağırmış ve vatanın kurtuluşu için elinden gelen gayreti sarf etmiştir.

                       Akif'in hemen hiçbir dönemde siyasetle doğrudan ilişkisi olmamakla beraber toplumsal sorunlarla ciddi ve yoğun bir ilgisi olmuştur. Bu hususu şiirlerinde gözlemlemek mümkündür. Dönemin bütün aydınları gibi çöküş şartlarının yol açtığı acıları derin bir şekilde yüreğinde hissetmiş ve bir çıkış yolu aramıştır. Akif’e çok yakışan, tevazu ve mahviyetin, kendisini olduğundan daha az gösteren, sadece kendi kendisiyle yarışan, hesaplaşan ve kendi olmak, kendi kalmak isteyen kişiliği hemen belli olurdu. Bütün gizlenme çabasına rağmen müthiş irade gücü ve kararlılığı ise kendini hemen ele verirdi.

                         Rumeli, Arnavutluk, Arabistan, Mısır ve Berlin gibi yerlerde bulunması da onun yetişmesinde önemli katkılar sağlamıştır. Bu seyahatler Akif'in gözlem gücünü artırmış, toplumu daha yakından tanımasını sağlamıştır. Akif bu dönemdeki gözlemlerini şiirlerinde son derece gerçekçi bir şekilde kullanmıştır. Bu ve bundan sonraki seyahatler Akif'in hem düşünce tarzını hem de şiir anlayışını temellendirmesine katkı sağlamıştır. I. Dünya harbi, Kurtuluş Savaşı, savaş sonrası yeni kurulan ülkenin milletvekilliği görevinde bulunması O’nu yetiştiren hadiselerdir. Sonra kendisine Kur’an Meali yazma görevi verilmesi, Mısır’a gitmesi ve ölümünü dahi bu topraklarda isteyerek İstanbul’a gelip vefatı. Her bir başlığı ayrı ayrı ele alınıp O’nun idealleri uğruna dolu dolu bir yaşam öyküsü geçirdiğinin kanıtları. Yaşam boyu eğitim dedikleri bu olsa gerek.

           Bir düşünürü fikirlerinden, bir şairi şiirlerinden öğrenmek gerektir. Ben de sözlerimi Akif’in, günümüzün de önemli bir hastalığı olan ve sıkıntısını tüm millet olarak çektiğimiz menfi milliyetçiliği ele aldığı beyitleri ile bitirmek istiyorum. Sözü O’nun, bir hadis-i şerifin açıklaması sadedindeki şu ifadelerine bırakalım:

 …Hani, milliyetin İslam idi… Kavmiyyet ne!

Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.

“Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatta yeri?

Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri.

Arabın Türke; Lazın Çerkeze, yahut Kürde;

Acemin Çinliye rüçhanı mı varmış? Nerde!

Müslümanlıkta “anasır” mı olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i kavmiyyeti tel’ın ediyor Peygamber…

Sözü, söz üstatlarının söylemesi işte böyle bir şey. Ne diyelim, bir daha bu millete bir İstiklal Marşı yazdırılmaması için uyanık olmak lazım.

Yrd. Doç. Dr. Mehmet YAŞAR

                                                                                      AİBÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

                                                                                                  mehmetyasar@ibu.edu.tr

 

 

 

 

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: