• resmi ilanlar

RABBİMİZİ TANIYALIM

10/08/2012 00:00

Kabiz

Ruhları kabzeden, canalan, sıkan, daraltan, rızkı belli ölçülerde veren.

Cenab-ı Hak buyuruyor:

"... Ancak O’na döndürüleceksiniz." (Bakara, 245)

Kullarına kudretiyle ve iradesiyle muamele ederek maddi ve manevi alanda daraltan manasındadır. El Kabız ismi Kur'ân'da isim olarak zikredilmemekle birlikte Allah'ın kabzetmesi fiili olarak zikredilir.

 

Bütün canlılara hayat veren, ölüm anında varlıkların ruhlarını kabzeden O'dur. Maddi yönden fakirleştiren ve daraltan da, zengin edip genişleten de Allah'dır. Zenginken fakir olanları, güçlü iken zayıf olanları, yüksek makamlardan düşenleri, bilginken bunayanları gördüğümüz gibi, fakirken zengin olanları, Mekke'de zayıf görüldüğü halde Mine'de güçlenenleri, Bilal-i Habeşi gibi kafirlerin kölesi iken mü'minlerin efendisi olanları, Yusuf (s.a.v.) gibi hapishaneden Mısır'a sultan olanları, Ümmi iken kıyamete kadar gelecek insanlara ilim öğreticisi olan Hz Muhammed'i yaratan O'dur.

     Alan da veren de Allah'tır. Allah, dilediği kişinin imkanlarını artırarak şükredip etmeyeceğini, dilediğinin de imkanlarını daraltarak nankörlük edip etmeyeceğini dener. Dolayısıyla insanların sahip olduğu veya olamadığı şeyler kendileri için bir kazanç değildir. Bunlar sadece geçici dünya hayatını mı gerçek yurt olan ahireti mi istediklerini denemek için Allah'ın yarattığı imtihanlardır.

     Mülk, Allah'ın dışında bir kimseye ait olmadığı gibi, veren de Allah’tan başkası değildir. Kul Kabiz ismiyle ahlâklanırsa sözleriyle, diğer varlıkların kalplerini hak tarafına yönlendirir.

 

*  *   *

İnile ey dertli gönül inile

Ehl-i derdün inliyecek çağıdur

 

Gel tımar et yaranı sen ışk ile

Yaralarun onulacak çağıdur

 

Sen nedim idün evvel ol şah ile

İmtihan içün gelüpsin bu ile

 

Şol ki gafletle yatup itmez tareb

Gövdesinde yok mı ola can aceb

 

Uşda vahdet gülleri açıldı hep

Bülbülüm efgan idecek çağıdur

 

İnlemek sana yaraşur dert ile

Hem gözin kan ağliyacak çağıdur

 

Yok kararı gönlümün bilmem neden

Kasd ider bin pare olur bu beden

 

Var ise gitmek diler bu areden

Aslına azm eyleyecek çağıdur

 

Hakkı anunla itmeden bundan ubur

Mevtün elçisi gelicek çağıdur

 

İy Niyazi dünyada itmez huzur

Şol kişi kim olmaya ehl-i gurur

Niyaz-i Mısri

 

 

*  *   *

 

KUR’AN DİLİYLE DUA

Sevgili Peygamberimiz s.a.s.’ın duası: “Rabbim! Bağışla, merhamet et, Sen merhamet

edenlerin en hayırlısısın.” (Mu’minun, 23/118))

 

 

PEYGAMBER DİLİYLE DUA

…Allah’ım! Nefsime takvasını (günahlardan sak nma duygusu) ver ve onu (her türlü günahtan) temizle

, Sen temizleyenlerin en hay ırlısısın. Onun koruyucusu ve efendisi de sensin..”(Müslim, “Zikir”, 73)

 

*  *   *

 

BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?

Kaynak: Diyanet İşleri Başkanlığı Bilgilendirme, www.diyanet.gov.tr

 [email protected]

*Hayvanların zekâtı yerine değeri verilebilir mi?

-Malın zekâtı, kendi cinsinden verilebileceği gibi belli olan başka maddelerden de verilebilir. Buna göre, hayvanların zekâtını vermek isteyen kimse, kendi cinsinden verebileceği gibi, değerleri üzerinden de verebilir. Ancak fakirin yararına olanı tercih

etmek daha uygundur.

 

*Ziynet eşyasına zekât verilir mi?

-Altın ve gümüş dışındaki ziynet eşyaları zekâta tabi değildir. Altın ve gümüşten yapılmış ziynet eşyaları ise, zekât için gerekli diğer şartları da taşıdığı takdirde zekâta tabidir. Bu itibarla altından yapılmış ziynet eşyaları, 80.18 gr. veya daha fazla ve üzerinden bir yıl geçmiş ise zekâta tâbidir.

 

*Emlakçiler, mülkiyetlerindeki dairelerin zekâtını vermekle yükümlü müdürler?

-Emlakçilerin ticari amaçlı olarak alıp sattıkları daireler zekâta tabidir. Buna göre, büro, ikamet gibi kullanım amaçlı olmayıp alıp satmak için emlakçilerin ellerinde bulunan dairelerin, borçları çıktıktan sonra piyasa değeri nisap miktarına ulaşmış ve üzerinden bir yıl geçmiş ise kırkta bir oranında zekâtının verilmesi gerekir.

 

*Şirket ortakları nasıl zekât verirler?

-Fiilî olarak bir şirketin ortağı olan kişi, şirketin büro, alet vb. duran varlıkları dışındaki dönen varlığından kendi hissesine düşen miktarın, nisaba ulaşması ve üzerinden bir yıl geçmesi halinde zekâtını vermesi gerekir. Sanayi sektöründe faaliyet gösteren şirketlerin; duran varlıkları (üretim aletleri, makine vb.) zekâttan muaf; borçlar, malzeme, işçilik, üretim, pazarlama, yönetim, finansman vb. giderlerin maliyet hesapları yapılıp çıkarıldıktan sonra dönen varlıkları (yarı mamul ve üretilmiş mallar, hammaddeler, nakit para, çek vs.) ise net kâr ile birlikte % 2,5 (Kırkta bir) oranında zekâta tabidir.

 

*Hisse senetleri zekâta tâbi midir?

-Borsada alınıp satılan hisse senetlerine yatırım yapan kişinin, sahip olduğu hisse senetlerinin değeri, nisap miktarına ulaşması ve üzerinden bir yıl geçmesi halinde % 2,5 (Kırkta bir) oranında zekâtını vermesi gerekir. Fiilî olarak bir şirketin ortağı olan kişi ise, şirketin büro, alet vb. duran varlıkları dışındaki dönen varlığının, nisap miktarına ulaşması ve üzerinden bir yıl geçmesi halinde zekâtını vermesi gerekir.

 

 

Selamlaşmak

İnsanı “düşünen varlık” diye tanımlamışlar. Güzel, fakat alternatifsiz bir tanım değil. Çünkü insanın tek ayırıcı özelliği düşünmek değildir. Dik yürümek, alet kullanmak ve konuşmak gibi diğer özelliklerinden her biri insan tanımının merkezine alınabilir. Bu konudaki tercihi ise insanın hangi özelliğini vurgulamak istediğimiz belirleyecektir. Zihin faaliyetlerini söz konusu edeceksek tabii ki düşünme yeteneği öne çıkarılacaktır. Fakat mesela, birlikte yaşama ihtiyacını öne çıkaracaksak “düşünen varlık”tan değil, öncelikle, “konuşup anlaşan varlık”tan söz etmemiz gerekecektir.

 

İnsanların farklı sosyolojik ve etnik gruplara ayrılmış olmasını Kur’an, “buluşup tanışsınlar diye” ifadesiyle açıklar. (Hucurat, 48/13.) Tanışmamış olan insanların, aynı ortamı paylaşsalar da aralarında bir mesafe, bir resmiyet olur. Çünkü birbirlerine “yabancı”dırlar. İşte selamlaşma bu mesafeyi aşabilmenin en yaygın yöntemidir. Tanışma selamla başlar. Bir kimse ile karşılaştığımızda, birinin yanına girdiğimizde ya da birinden uzaklaştığımızda o kimseye selam veririz. Bu bir nezaket, iyi niyet ve iyi temenni ifadesidir. Karşıdaki de bu güzel yaklaşıma benzer duygularla karşılık verir.

 

Her toplum ve kültürün kendine has selamlaşma yöntemleri vardır. Fakat İslam, selam olgusuna kendi damgasını vurmuş, getirdiği tevhit ilkesinin sosyolojik anlamda da vücut bulmasına katkıda bulunacak özel bir rol belirlemiştir. Bunu yaparken de Kur’an’ın ilk muhatabı olan müşrik Arapların kullanageldikleri selamlama ifadesi olan “Hayyakellah”ı “Selamün aleyküm” ile değiştirmiştir. “Selam” ve “İslam” kelimeleri aynı kökten; “barış”, “esenlik” ve “güvenlik” anlamlarındaki “silm” kökünden geliyor. İslam, taşıdığı isim ile varlık sebebi olan barış olgusunu insan-insan, insan-evren ve insan-Allah arası ilişkileri alanında temsil ederken, selamlaşma cümlesi üzerinden de günlük hayata ve kişisel ilişkilere kadar indirir.

 

“Hayyakellah”ın; "Allah ömrünü uzun etsin” gibi bir anlamı var. İslami selam ise “Güvenlik ve esenlik sana!” anlamına geliyor. Selam verilen kimse aynı cümleyi vurgulu bir söyleyişle “Ve aleyküm selam” (Sana da esenlik ve güvenlik!) şeklinde tekrarlayarak bu selama karşılık verir.

 

“Hayyakellah” ifadesinde Allah’ın adı yer almakta, yeni selamlama cümlesinde ise bu isim yok. Son derece sade ve sıradan bir cümle gibi görünüyor. O hâlde eski selamlama şekli niçin değiştirilmiş olabilir?

 

Belirtmek gerekir ki “Hayyakellah” ifadesindeki “Allah”, arka planı ile müşriğin tasavvurundaki şirke bulaştırılmış Allah inancına atıfta bulunuyor. Bu selam cümlesinin kullanılmaya devam etmesi, bilinçaltına yerleşmiş olan bu yanlış Allah tasavvurunun sürüp gitmesine katkıda bulunmuş olacaktı. Oysa ima ve işaret yolu ile de olsa İslam’ın, şirke kapı aralayan hiçbir söz ve eyleme onay vermesi söz konusu olamazdı. Öte yandan, “Allah ömrünü uzun etsin” temennisi dünya hayatı ağırlıklı bir anlama sahiptir. Buna karşılık “Selamün aleyküm” şeklinde selam veren kimse karşısındakine dünya ve ahiret ayırımı yapmadan her türlü güvenlik ve esenlik temennisinde bulunmuş olur. Görüldüğü üzere “Selamün aleyküm” gerçekte bir dua cümlesidir. Zira güvenlik ve esenliğin nihai kaynağı Allah olduğu için sonuçta, “Allah’ın koruması ve himayesi seninle olsun” denilmiş olur. Bu da Allah’ın el-Hâfız ve el-Hafîz sıfatlarının o kimse hakkında olguya dönüşmesini dilemektir.

 

Demek ki selamlaşmak sadece bir görgü kuralı değil, aynı zamanda özgün lafzı ve mesajı ile dinin ayırıcı özelliklerinden biridir. Efendimiz’e, “İslam’ın hangi özelliği daha hayırlıdır?” diye sorulunca zikrettiği iki şeyden biri “selam vermek” olmuştur. (Buhari, İman, 20.) Bu sebeple Müslümanların selamlaşmada Kur’an ve sünnetin öğrettiği orijinal formülü yani “Selamün aleyküm” ve -buna karşılık olarak- “Aleyküm selam” cümlelerini kullanması önem arz eder. Şüphesiz, başka sözlerle verilecek selama bunlara uygun ifadelerle karşılık verilebilir. Ancak bu tür pratikler İslam’ın öğrettiği selama alternatif olarak düşünülmemelidir. Zira bu selamın hem söz hem de anlam olarak taşıdığı vurguların başka dil ve ifadelerle aynen yansıtılması çok zordur. Diğer taraftan “Selamün aleyküm” Müslümanlar arası bir sözlü kimlik belgesi niteliği taşımaktadır. Bu kimlik sayesinde Müslümanın dinî aidiyet duygusu pekişir. Bu yönü ile İslam’ın evrensel özelliğinin pratik göstergelerinden biridir selam.

 

Selam vermek dinî bir zorunluluk olmamakla birlikte Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sürekli uyguladığı ve ısrarla tavsiye ettiği kuvvetli bir sünnettir. Buna karşılık verilen selamı almak dinî bir gerekliliktir. Çünkü karşınızdaki kişi hiçbir beklenti içinde olmadan, bütün içtenliği ile sizin için güzel bir dilekte bulunmuştur. Müslümanın asil kişiliği böyle bir tutum karşısında duygusuz ve tepkisiz kalmaya izin vermez; bu duygu ve temenniyi aynısıyla hatta daha da güçlü bir şekilde selam verene yansıtır. Bu konudaki itici gücün kaynağı ise şu ilahî mesajdır: “Size bir selam verildiği zaman, bu selamdan daha güzeliyle karşılık verin veya verilen selamı aynen iade edin…” (Nisa, 4/86.) Hz. Peygamber’in verdiği açıklayıcı bilgi bize ayetin; “Selamün aleyküm” diyene ya “aleyküm selam” diye karşılık vermemizi, ya da buna “ve rahmetullah” ifadesini ekleyerek “Sana da güvenlik ve esenlik, sana da Allah’ın rahmeti…” şeklinde karşılık vermemizi istiyor. (Beyhaki, Şuabu’l-İman; Reddü’s-Selam, hadis no. 8801.)

 

Peygamber Efendimiz, Kur’an-ı Kerim’in bu mesajının iyice algılanıp uygulanmasına büyük önem atfetmiştir. Selamlaşmayı teşvik eden pek çok hadis bu gerçeği ortaya koymaktadır. Fakat başka hiçbir hadis bulunmasaydı bile tek başına şu hadis bu konuda yeterli olurdu: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; iman etmeden cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmeden de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir işi göstereyim mi? Selamı aranızda yaygınlaştırınız.” (Müslim, İman, 17.)

 

Hadis bize şunu söylüyor: Selamı aranızda yaygın hâle getirirseniz, birbirinizi seversiniz; birbirinizi sevince gerçek imanın tadını alırsınız. Böyle bir iman, sizi cennete ulaştıracak iyi davranışlar konusunda başarılı kılacak olan enerjiyi sağlayacaktır. Çünkü selamlaşma sürecinde karşılıklı olarak sergilenen bu içten tutum iki yürek arasında bütün arka plan endişelerinden uzak, sıcak ve özel bir alan oluşturur. Bu alan müminler arası ruh bütünlüğüne zemin oluşturması bakımından önemlidir. Böyle bir ortamda bencilce ve kısır çekişmeler en aza indirilip asıl hedef olan kulluk bilinci güçlendirilebilir. Bu hakikatin pratik bir göstergesi olarak, selam vermek iman etmiş olmanın göstergesi olarak kabul edilmiştir.

 

Bazı sahabiler, daha önce İslam düşmanı olduğunu bildikleri bir kimse ile karşılaşmışlardı. Şahıs kendilerine selam verince, “mümin görünüp ölümden kurtulmak istiyor” düşüncesi ile adamı öldürüp mallarına el koymuşlardı. Kur’an-ı Kerim, bu gibi durumlarda araştırma yapmadan karar verilmemesi uyarısından sonra hükmü koyuyor: “Size selam veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, ‘Sen mümin değilsin’ demeyin.” (Nisa, 4/94.) Kaldı ki, Müslüman olmasa bile bir kimseyle savaşmanın ve onu öldürmenin caiz olması için; bu kimsenin saldırgan olması, dininiz sebebi ile size düşmanca tutum içinde olması gibi birtakım özel şartları vardır.

 

Bireyselleşen hayatımız, bir şekilde bizi kendi içimize kilitlemiş gibi görünüyor. “Kendi kendimize yetme ve tek başımıza başarma” yolunda şeklen olmasa bile iç dünyamızda önemli ölçüde yalnız yaşadığımız bir hayatımız var. Bir tür selamlaşma korkaklığı ile malulüz. Asansörlerdeki o ürkütücü suskunluk nedir? Oysa tebessümün eşlik edeceği bir selam o kasvetli havayı yumuşatmak için yetip de artıyor bile. Yine, yolda yürürken karşılaştığımız birine selam vermek cesaretimiz yok gibi. Ya karşılık vermezse? Bunun için selam vermeyi âdeta “tanıdıklar arası bir söz alışverişi” gibi algılar olduk. “Tanıdığın ve tanımadığın kimselere selam ver.” (Buhari, İstizan, 8.) şeklinde nebevi öğretiye çok aşina olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Elbette bu sünnetin günümüz şartları içinde özellikle herkese açık büyük mekânlarda birebir uygulanması söz konusu değil. Ancak günlük hayatımızda buna fırsat bulabileceğimiz pek çok ortam oluşabilir. Önemli olan, selamın taşıdığı mesajı her fırsatta başkalarına taşıma bilincinin diri tutulmasıdır. Nitekim Efendimiz, selam vermek için fırsat kollamayı, âdeta bahane üretmeyi öğütlemiştir. O şöyle buyurur: “Biriniz din kardeşiyle karşılaştığı zaman ona selam versin. Eğer aralarına bir ağaç, duvar veya büyükçe bir taş girer sonra da onunla karşılaşırsa ona yine selam versin.” (Ebu Davud, Edeb, 147.)

 

Ebu Hüreyre’nin bildirdiğine göre sahabiler bu tavsiyeyi aynen uygulamışlar, birlikte yürürlerken karşılarına çıkan bir ağaç, bir duvar ya da başka bir engel sebebi ile ikiye ayrıldıktan sonra buluşunca selamlaşırlardı. (Buhari, el-Edebü’l-Müfred, [Daru’l-Beşairi’l-İslamiyye, İkinci Baskı, Beyrut, 1409/1989] Selam ve Musafaha, 25) Abdullah b. Ömer (r.a.)'in sırf insanlara selam vermek için çarşıya çıkması (Malik b. Enes, Muvatta, el-Cami’, 63.) da aynı nebevi teşvikin yansımasıdır.

 

Selamlaşmak insanlar arasında yakınlaşma sağladığı gibi Allah ile kul arasında da yakınlaşma sağlar. Bu bakımdan önce kimin selam verdiği gibi detaylar bile önem arz eder. Nitekim “İnsanların Allah katında en makbulü ve O’na en yakın olanı, önce selam verendir.” (Ebu Davud, Edeb, 133.)

 

Selamlaşarak içimizde var olan, ruhların birbirine yakınlaşması ihtiyacına cevap veriyoruz. Ruhunu kavrayacağımız selam bizi, içinde yalnızlıktan kurtulacağımız ülfet yurduna yerleştirecektir. O yurtta kendi adımıza güvenlik garantisi verdiğimiz kardeşlerimiz bize daha güçlü bir karşılık verme yarışında olacaklardır.

 

Doç. Dr. Halil Altuntaş

Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

(Diyanet Aylık Dergi, Temmuz 2012)

 

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: