• resmi ilanlar

Teravih namazı tek niyetle kılınabilir mi?

22/07/2013 00:00

Teravih namazı tek niyetle kılınabilir mi? Yoksa her selam verdikten sonra tekrar niyet etmemiz gerekir mi?

 

Teravih namazına başlarken niyet ettikten sonra her selam verişte yeniden niyet etmenin şart olup olmadığı konusunda Hanefi alimleri farklı görüşler belirtmişlerdir. Bir kısım alimler kılınan rekatların tümü temelde tek bir namaz olduğu düşüncesinden hareketle her iki veya dört rekatta selam verdikten sonra yeniden niyet etme zorunluluğunun bulunmadığını söylemişlerdir (İbn Nüceym, Bahru’r-raik, I, 294; Fetavay-ı Hindiyye, I, 117).   Bir kısmına göre ise her dört rekatta niyet etmek şarttır Çünkü her dört rekat başlı başına bir namazdır. Zira selam vermekle fiilen namazdan çıkılmış olur Bu sebeple yeniden namaza girmek için mutlaka niyet lazımdır Tercih edilen görüş de budur (İbn Abidin, Reddu’l-muhtar, II, 494).

 

*   *    *

 

BÜYÜKLERİN SÖZLERİ, SÖZLERİN BÜYÜKLERİDİR...

 

Meşe gölgesinde filizlenen yosunlar, çok kere kendilerini meşe fidanı sanırlar. (Cenap Şehabettin)

 

*   *    *

 

ESMA-ÜL HÜSNA

 

el-HÂLIK

Herşey'in varlığını ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri hâdiseleri tayin ve tesbit eden ve ona göre yaratan, yoktan vâr eden...

Bu ism-i şerîfin mânasında iki husus vardır:

1. Bir şey'in nasıl olacağını tayin ve takdir etmek,

2. O takdire uygun olarak o şey'i îcad etmek.

 

*   *    *

 

KIRK HADİS

Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. Mümin ise, insanların canları ve malları konusunda kendisinden emin olduğu kimsedir.

Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân, 8

 

*   *    *

 

İSLAM TARİHİNİN EN ÖNEMLİ OLAYI HİCRET -2

 

Süraka'nın Atı Sürçüyor

Kureyş daha önce Hz. Muhammed'i ölü veya diri yakalayana yüz deve vereceğini ilân etmişti. Bu büyük bahşişi almak için kendine güvenen pek çok kimse Peygamberimizin peşine düştü. Bunlardan biri de Süraka b. Cu'şum idi. Bu mükafata aldanarak Peygamberimizin izini takip etmiş. Peygamberimiz ve arkadaşı dinlenmek üzere konduğu yere varmış, hemen atını mahmuzlayarak ilerlemiş fakat onlara yetişmeden atının ayağı sürçmüş, kendisi de yere yuvarlanmıştı. Süraka okunu alarak Arap âdetine göre falına bakmış, fal fena çıkmıştı. Ancak yüz develik mükafat gözünün önüne gelince falı unutmuş, ilerlemeye karar vermiş, bu sefer de atının ayakları kuma iyice gömülmüştü. Süraka atından inerek tekrar falına bakmış, bu işte bir fevkalâdelik olduğunu anlamıştı. Bunun üzerine Süraka Peygamberimize doğru ilerlemiş, ona Kureyşin ilân ettiği mükafatı haber vermiş ve kendisini affetmesi için yalvarmaya başlamıştı. Bu bir tesadüf değil, Cenâb-ı Hakk'ın Peygamberimizi koruduğunun alâmetidir.

Süraka İslâmiyetin parlak geleceğini de anlamış ve Peygamberimizden kendisine bir ferman verilmesini istemişti. Bu ferman da kendisine verilmişti. Süraka daha sonra müslüman olmuştur.

Süraka fermanı alınca geri dönmüş, arkadan gelen takipçileri de geri çevirmiştir.

İşte görülüyor ki, Cenâb-ı Hakk bir şeyi murad ettiği zaman onun sebebini de yaratıyor. Daha birkaç dakika önce Peygamberimizi yakalamak için koşan Süraka şimdi buna engel oluyordu. Az önce kendisi takipçi olduğu halde şimdi takipçileri geri çeviriyordu.

Bir rivâyete göre Ebû Cehil, sonraları Süraka'nın bu hareketiyle alay ederek onu ayıplamış, o da: "Eğer atımın nasıl kuma batıp saplandığını görseydin, Muhammed'in Peygamberliğini sen de tasdik eder, ona inanırdın." demiştir.

Süraka geri döndükten sonra bu küçük kafile kızgın çöllerde yoluna devam etti.

Bu yolculuğun ne kadar güç şartlar altında yapıldığını bugün anlamak mümkün değildir. Yiyecek yok, su yok, serinleyecekleri bir gölgelik yok. Her tarafı saran alev dalgaları çölü kasıp kavuruyor. Yedi gün yedi gece bu kızgın çöllerde, vâdilere dalarak dağlara çıkarak yürüdüler.

Mekke'den Medîne'ye giderken yolda şu âyet-i kerîme nâzil oldu.

"Kur'an-ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan Allah, elbette seni (Mekke'ye) iade edecektir.'' 6

Mekke-i Mükerreme'ye dönüşün müjdesi de böylece verilmiş oluyordu. Peygamberimizin Medîne'ye gelmekte olduğunu haber alan Medîneliler onu heyecanla bekliyorlardı. Medine halkı her sabah şehir dışına çıkıyor, öğleye kadar rahmet Peygamberinin gelişini gözlüyorlardı. Sonra da üzülerek şehre geri dönüyorlardı. Bir gün halk bekledikten sonra şehre dönerken bir kalenin tepesinde duran bir Yahudi kızı uzaktan bir kafile gördü. Hemen halka haber gönderdi, "Beklediğiniz misafir geliyor'' dedi.

Bu haber üzerine şehir baştan başa sevinç ile çalkalandı. Medîneliler bayramlıklarını giyerek ve silâhlarını kuşanarak bu aziz misafiri karşılamaya çıktılar.

Medîne'ye bir saat mesafede "Kubâ'' adı verilen bir yer vardı. Medînelilerin bir çok aileleri burada yaşarlardı. Gülsüm b. Hedm'in başkanı olduğu Amr b. Avf ailesi buranın en tanınmış sakinlerindendi. Peygamberimiz buraya ulaştığı zaman bu aileler onu tekbirlerle karşıladılar. Kâinatın efendisini misafir etme şerefi onlara nasip oldu.

Peygamberimizin Mekke'den hareketinden üç gün sonra Hz. Ali de Mekke'den ayrılmış ve Kubâ'da Peygamberimize yetişerek o da bu âile tarafından misafir edilmişti. Zaten Ashâb-ı Kirâm'dan pek çoğu bu âilenin yanında misafir olarak bulunuyordu.

Peygamberimiz Kubâ ya Milâdî 622 yılı 20 Eylül Pazartesi günü ulaştı. Peygamberimiz burada ilk iş olarak Gülsüm b. Hedm'in hurmalarını kuruttuğu yerde bir mescid inşa etmiştir. Bu mescidin inşasında Peygamberimiz herkesle birlikte bir amele gibi çalışmıştır. İslâm'da ilk inşa edilen bu mescid hakkında Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur:

"İlk günden takvâ üzerine kurulan mescid (kubâ mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.''7

Peygamberimiz burada 14 gün kaldıktan sonra bir Cuma günü Medîne'ye hareket etti. Beni Salim mahallesinden geçerken Cuma vakti girdiği için burada Cuma namazını kıldı. İlk Cuma namazı burada kılınan namazdır.

Namazdan sonra Medîne'ye doğru yola çıktı. Kubâ'dan Medîne'ye kadar halk yolların iki tarafına sıralanmışlardı. İçten gelen bir sevgi ile tezahürât yapıyorlardı. Medîne, böyle bir güne ilk defa şahit olmuş oluyordu. Peygamberimiz geçerken, sağdan soldan, "Buyurun ey Allah'ın Resûlü, işte evlerimiz, işte mallarımız, işte canlarımız, emrinize amâde'' diyerek davet ediyorlardı. Peygamberimiz bu samimi davetlere nezâketle karşılık veriyor, yoluna devam ediyordu.

Peygamberimiz tam şehre gireceği sırada kalabalık o dereceyi bulmuş ki, kadınlar damların üzerine çıkarak şarkılar söylüyorlardı. O gün hep birlikte şu şiiri söylüyorlardı:

"Dolunay vedâ dağının sırtlarından bize doğdu. Allah'a yalvaran bulundukça bize de şükretmek düşer. Ey bize gönderilen Peygamber, sen, itaat olunan emirle geldin.''

Mini mini yavrular da şöyle diyorlardı:

"Biz Neccâr zâdelerin kızlarıyız. Muhammed'in komşuluğu ne hoş komşuluktur.''

Herkes bu büyük misafiri kendi evinde ağırlamak istiyor, devesinin yularına sarılarak, "Buyurun, ey Allah'ın Resûlü" diyordu. Peygamberimiz ise gülümseyerek:

Deveyi kendi haline bırakınız, o memurdur, diyor, onların gönüllerini hoş ediyordu.

Deve önce Beni Neccar'dan iki yetime ait bir arsaya çöktü ve hemen kalktı. Peygamberimiz daha sonra bu arsayı satın alarak burada mescidini inşa etmiştir.

Deve ikinci defa çöktü ve boynunu uzatarak tatlı bir şekilde bağırdı. Bunun üzerine Peygamberimiz, "İnşaallah konağımız burasıdır" diyerek devesinden indi. Burası Neccar oğullarından Halid b. Zeyd'in, yani Ebû Eyyûbi Ensârî hazretlerinin evine en yakındı ve onun misafiri oldu.

İşte Hicret Olayı.

 

 

*   *    *

 

KISSADAN HİSSELER

 

Öyle Bir Sevgi

 

Sevilen nice insan gelip geçmiştir şu dünyadan. Ama Rasûl-i Kibriya (sav)'ya duyulan sevginin bir benzeri ne görülmüş ne de duyulmuştur. Özellikle ashab-ı kiram arasında bu emsalsiz sevgiyi engin gönüllerinde besleyip geliştiren nice büyük insan vardır. Onlar birer sevgi sıradağıdır. Bu sıradağların başında Hz. Ebû Bekir gelir.

Onun yeni Müslüman olduğu günlerdeydi. Kureyşliler İslam adını daha yeni yeni duyuyor, rahatlarını kaçırdığı için Rasûl-i Ekrem (sav)'e çok kızıyorlardı. Hz. Ebû Bekir, Müslüman olmanın derin hazzını diğer insanların da tatmasını arzu ettiği için onları İslamiyet’e davet etti. Kureyşliler onun gibi sessiz ve sakin bir insandan böyle bir şey beklemiyorlardı. Atalarının dinini bırakmasını, putları küçümsemesini, bir Yetim'in peşine düşüp rahatlarını kaçırmasını affedemiyorlardı. Müthiş bir öfkeye kapıldılar ve onu öyle bir dövdüler ki yüzü, gözü birbirine karıştı. Haberi duyup gelen yakınları öldüğünü zannederek onu bir yaygıya koyup götürdüler. Ancak akşama doğru gözünü açabilen bu Peygamber aşığı:

"Rasûlullah’a ne oldu?" diye sordu. Akrabaları Hz. Peygamber'e zaten çok kızıyorlardı. "Bırak şunu!" diye ona çıkıştılar. Hz. Ebu Bekir ısrarla soruyordu: "Ona ne oldu, söyleyin?"

Baktılar ki kendisini teskin etmek mümkün değil; yürümeye de mecali yok; onu sırtlarına alıp Rasûl-i Ekrem (sav)'in yanına götürdüler. İki sevgili birbirini görünce, gözyaşlarıyla kucaklaştılar. Nebiyyi Muhterem'i sağ salim gören Hz. Ebû Bekir, O'nun gül yüzüne derin bir sevgiyle bakarak bütün ıstıraplarını unuttu. Hayatını, maddi manevi bütün varlığını O'nun yoluna ve aziz davasına vakfetti.

 

*   *    *

 

ORUÇLA İLGİLİ AYETLER VE HADİSLER

 

“İslam dini beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) Allah’ın rasûlu olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak.”

 

 

*   *    *

 

Dr. Nusret Dede

Bolu İl Müftü Yard.

[email protected]

 

 

İMAN AMEL ETMEYİ GEREKTİRİR

Yanıp kavrulmasına aldırış etmeden, elini ateşe tutan birini görsek, acaba hakkında nasıl düşünürüz? İhtimal ki, ateşin yakıcı olduğunu bilmiyordur, deriz. Ya da ateşin yakıcı olduğunu biliyor ama yakacağına inanmıyor, deriz. Bir gerçeğin bilgi ve imanına sahip olduğu halde, o gerçeğe aykırı hareket etmeye devam edilmesi durumunda ise, herhalde bu adam aklını peynir ekmekle yemiş, deriz.

Değerli okurlarım…

Çevremizde zaman zaman şuna benzer ifadeler duyarız: ‘‘Ben de Müslümanım ama bakma sen, yaşamıyoruz.’’ ‘‘Benim de kalbim temiz, sen namaz kılmadığıma bakma.’’ ‘‘Namazın farz olduğunu biliyoruz ama kılmıyoruz.’’ ‘‘İçkinin haram olduğunu biliyoruz ama efkâr dağıtıyoruz.’’

İşte tam bu noktada iman amel ilişkisini düşünmenin ve doğru anlamanın gereği ortaya çıkıyor. Yaşanmayan bir şeye iman edilmiş olduğunu nasıl ispatlayabiliriz? İman edilen şeyin yaşantıya dökülmemesi, en yalın ifadeyle bir çelişki değil de nedir? Öyleyse gelin bugün iman ve amel kavramları üzerinde biraz durduktan sonra iman amel ilişkisine bir göz atalım.

İman inanmak demektir. Daha açık bir ifadeyle iman; bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak, söylediğini kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten ve yürekten inanmak" anlamlarına gelir. İman icmali ve tafsili olmak üzere ikiye ayrılır. İcmali iman, inanılması gerekenlere toplu bir şekilde inanmaktır. Kelime-i tevhit ve kelime-i şehadet icmali imanı ifade etmektedir. Kelime-i tevhit; ‘‘Lâ ilâhe illallah Muhammedür-Rasûlullah’’ demektir. Kelime-i şehadet ise; ‘‘Eşhedü ellâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdüdû ve Rasûlüh’’ demektir. Bir kişinin inanmış olması için tevhit ve şehadet kelimelerini, anlamını bilerek ve inanarak söylemesi gerekmektedir. Tafsili iman ise inanılması gerekenlere detaylı olarak inanmaktır. Hepimizin bildiği Amentü de tafsili imanı özetlemektedir. ‘‘Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna, ölümden sonra dirilişin hak olduğuna inanmak’’ tafsili imandır.

Amel ise iradeye dayalı iş, davranış ve eylem demektir. Bir şeyi yapmak veya terk etmek şeklinde organların amelleri olduğu gibi, sabır, şükür gibi kalbin amelleri de bulunmaktadır.

Şurası çok açık bir gerçektir ki; amel ile iman arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde iman ile sahih amel yan yana zikredilmiş, müminlerin sâlih amelleri işleyerek maddî-mânevî gelişmelerini sağlamaları ısrarla istenmiştir. Çünkü düşünce ve kalp alanından eylem ve hareket alanına çıkamamış olan iman, meyvesiz bir ağaca benzer. Kalpte mevcut olan iman ışığının hiç sönmeden parlaması, giderek gücünü artırması ancak sâlih amellerle mümkün olabilir. Ayrıca imanın olgunluğuna ermek, imanı üstün bir dereceye getirmek ve böyle iman sahiplerine Allah'ın vaat ettiği sonsuz nimetlere kavuşmak için de amel gereklidir. İnsan sadece inanılması gerekli şeyleri tasdik eder, ameli umursamayan bir tavır sergileyip yasakları çiğnerse, dine, Allah'a ve Peygamber'ine olan bağlılığı yavaş yavaş azalır, günün birinde (Allah muhafaza buyursun) kalbindeki iman ışığı da sönüp gider. O halde amelin hem imanı güçlendirmede üstlendiği rol, hem de müminin cehennem azabından kurtularak nimetlere ulaşmasına aracı olması ve Rabbine karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmesi bakımından önemi çok büyüktür.

Cenab-ı Hakk (c.c.) Nisa Suresi 57. ayette ‘‘İman edip salih ameller işleyenleri, içinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları, koyu gölgeler altında bulunduracağız.’’ buyurmaktadır. Bu ayet-i kerimeye göre, içinden ırmaklar akan, ebedi kalınacak cennetlere girebilmenin iki şartı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi iman etmektir. Ancak bu yeterli gelmemekte, ikinci şart olarak salih amel ile imanın desteklenmesi gerekmektedir. Ben inandım, demek kuru kuruya yeterli olmamakta, kişi iman ettiği iddiasını salih amelle desteklemediği sürece, cennet gibi bir mükâfata erişmesi mümkün görülmemektedir.

Yaklaşık elli ayette ‘‘iman edenler’’ tabiri ile ‘‘salih amel işleyenler’’ tabiri birlikte anılmıştır. Böylece imanla amelin etle tırnak gibi birbirinden ayrı kalması asla düşünülemeyecek bir ikiliyi oluşturduğu mesajı verilmiştir. İmansız amel makbul olmayacağı gibi, amelsiz iman da çok cılız kalır ve yok olmaya mahkûm olur. İman bir ilahi bir nurdur, amel ise onu koruyan, devamlılığını ve güçlenmesini sağlayan kalkandır. İmanı kandilde yanan ışığa benzetirsek, amel de onun fanusu konumundadır. Onu sönmekten korur ve devamlılığını sağlar. Fanusun koruması ortadan kalktığı anda ışık her an sönme tehlikesi ile karşı karşıya demektir.

Gerçek müminlerden olmanın yolu, dinimizin gerekli gördüğü eylem ve davranışları yerine getirmekten geçer. Kişi inandığı gibi yaşarsa imanını ancak bu durumda koruyabilir. İnandığı gibi yaşamayan, bir gün gelir yaşadığı gibi inanmaya başlar. Rabbim imanlarını sâlih ameller ile destekleyen kullarının arasına bizleri de katıversın. Hepinize Hayırlı Ramazanlar diliyorum.

 

 

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: