• resmi ilanlar

CUMA SOHBETLERİ

19/03/2015 13:00

Bolu İl Müftülüğü vaizlerinden Harun Bakan ve Kadir Öztürk’ün hazırladığı ‘Cuma Sohbetleri’nin bu haftaki bölümü Bolu Express’te

Bedir ve Çanakkale

Medine’ye hicret eden Müslümanların ilk ciddi sınavı Bedir harbi olmuştur. Müslümanlar Mekke müşriklerine ait bir kervanı ele geçirmek amacıyla yola çıkmış ancak önlerinde tam donanımlı bir ordu belirmiş ve savaş kaçınılmaz hâle gelmiştir. Müslümanların sayısı, düşmana nispetle yaklaşık üçte birdir ve aynı durum, savaş teçhizatı için de geçerlidir. Hâl bu olunca Hz. Peygamber Allah’a ilticaile, “Allah’ım! Bana verdiğin sözü yerine getir. Allah’ım! Bu cemaati helak edersen artık yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak!” şeklinde dua etmiştir.

Savaş öncesi bulundukları yerin savaş için elverişli olmaması, sahabe içinde kimi tedirgin kişilerin bulunuşu gibi sebeplerden dolayı olsa gerek ki, Allah Teala oradaki Müslümanları teselli bağlamında yağmur yağdırmış ve onları hafif bir uykuya daldırmıştır. Böylece bulundukları yerde su ihtiyacı karşılandığı gibi içlerinde var olan endişe de izale edilmiştir. Buna mukabil Cenab-ı Hak, kâfirlerin yüreğine korku salmış ve Müslümanlara ardı ardına bin meleği yardımcı olarak göndermiştir. (Enfal, 8/9-12.)

“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da ben peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu.” (Enfal, 8/9.) Böylece Bedir harbi, insani açıdan yapılması gereken her ne varsa yapıldıktan sonra ilahî yardımın beklendiği, müminlerin inancını pekiştirici bir sınav olmuştur denilebilir. Aynı şekilde o, Müslümanlar açısından yeni bir başlangıcın kurucu harbi/sınavı konumundadır. Allah’ın yardımının açıktan kendini gösterdiği bu harp ile Müslümanlar büyük bir moral kazanmış ve geleceğe daha özgüvenle bakabilmişlerdir.

 “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi”

Çanakkale harbinin bir ölüm kalım mücadelesi olduğunu teslim etmek gerekir. Devlet-i Aliyye’nin uzak kalelerinin birer birer işgal edildiği ve nihayet son kale olarak Anadolu’nun kaldığını düşünürsek buradaki mücadelenin ne kadar zorlu geçtiğini anlayabiliriz. Bu açıdan Çanakkale harbinin Bedir harbine benzeyen yönleri söz konusudur. Çünkü her ikisi de var olma veya olmama mücadelesinin en zirveye çıktığı savaşlardır.

Türklerin yaklaşık olarak dokuz ve onuncu yüzyıllarda kitleler hâlinde İslam’a girdiklerini, Karahanlılar, Gazneliler ve özellikle Selçuklular ile birlikte İslam tarihinin kurucu unsurları arasında belirgin roller aldıklarını görürüz. Bu açıdan İslam tarihinin nerede ise üçte ikisinin mezkûr hususlar itibarıyla Türk tarihi olduğu söylenebilir. Benzer durum İslam düşüncesinin kalbinin attığı ana merkezlerin Türk devletlerinin hüküm sürdüğü yerlerde olması yönüyle de dikkate değerdir. Onun için Çanakkale harbi sadece İstanbul’un korunması değil diğer önemli ilim, ticaret, kültür kentlerinin de savunulması ile doğrudan ilgilidir.

Böyle bir arka planı varsayarak Çanakkale savaşını değerlendirebiliriz. Nasıl ki, Bedir harbinde birtakım ilahî teyidi/desteği göre - biliyorsak aynı şeyi Çanakkale’de de görürüz. Bu cümleden olarak, başka hikâyelerle birlikte, Seyit Onbaşı’nın hatırası dikkate değerdir. Balıkesir/Edremit/Havralı Seyit Onbaşı Rumeli Mecidiye Tabyalarında görev başı yapar. Quin Elizabet ve Ocean zırhlıları tabyalara ateş yağdırır! Mehmet Akif’in, “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer!” dediği anlardır.

Bu yoğun topçu ateşi içinde bir bomba Mecidiye Tabyasına düşer ve oradaki askerlerden birçoğu şehit olur. Seyit Onbaşı kendine geldiğinde Yüzbaşı Hilmi Bey ve Niğdeli Ali’den başkasını göremez. Düşman zırhlıları boğazı geçmektedir! Şehitler ve yaralılar ortalığa serpilmiş haldedir. Seyit Onbaşı kendini toparlar ve hemen durumu gözden geçirir. Geriye bir tek sağlam top kalmış ve onun da vinci kırılmıştır. Seyit Onbaşı gözünü 275 kiloluk top mermisine diker. Niğdeli Ali durumu anlar ve ‘Koca Seyit kaldıramazsın!’ der. Hâlbuki o, şu anda farklı bir halet-i ruhiye içindedir. Kendisi durumu şöyle anlatır:

“Toprağın altından çıktım. Baktım ki on üç arkadaşım şehit olmuş. Bir ben kalmışım, bir arkadaşım Niğdeli Ali, bir de batarya komutanı Yüzbaşı Hilmi Bey. Arkadaşlarımın bu şekilde gözlerimin önünde şehit edilmesini içime sindiremedim. Anamın bana öğrettiği duaları okudum. Size izahını yapamayacağım bir şeyler doldu içime. Merminin yanına koştum… Topun vinci de bozulmuştu. O mermiyi bir kez kaldırdım. Niğdeli Ali beni biraz destekledi. Basamaktan çıkarken kemiklerimin çatırtısını duyuyordum. Mermiyi namluya sürdüm, patlattım… İsabet ettiremedim. Aynı olayı üç kez tekrar ettim. Üçüncü mermiyle onların en büyük zırhlılarından Ocean zırhlısını dümen kısmından vurdum… O anda zırhlı etrafında dönmeye başladı. Denizin ortasında tam bir panik yaşanıyordu!”

Savaşın seyrini değiştireceğine inanılan gemiler ardı ardına batınca diğer savaş gemileri geriye dönmüş ve düşmanın (maddeye dayalı olarak büyüyen) kibri böylesi önemli manevi teyit ile kırılmış gibidir. Savaşın ve tarihin akışının değişmesinde, Nusret Mayın Gemisi’nin döktüğü mayınlar ile birlikte, Seyit Onbaşı’nın yaptıklarının önemli yeri olsa gerektir. Nitekim Seyit Onbaşı’dan top mermisini yeniden kaldırması istenildiğinde bunu yapamamış ve yapamayacağını belirtmiştir. Komutanı Cevat Paşa’ya; “Paşam! Ben o zaman bu mermiyi kaldırırken gönlüm Allah’ın feyziyle dopdolu idi. Kendimde bir başkalık hissetmekteydim. Bu ağırlığı kaldıracak bir makama ulaşmışsam, bu Cenab-ı Hakk’a yaptığım duaların mukabilinde idi ki, o ana mahsustur. Şimdi kaldıramam, mazur görün. Fakat siz o düşmanı tekrar buraya getirirseniz, benim de bu mermiyi nasıl kaldırdığımı o zaman görürsünüz” şeklindeki ifadesi sanırım meseleye açıklık getirir. (Turan, age. s. 114.)

 Sonuç olarak:

 Bedir harbi nasıl ki, Müslümanlar için bir varlık mücadelesinin başlangıcı, moral kaynağı, özgü- ven tesisi açısından bir dönüm noktası olmuşsa aynı hususu Çanakkale harbi için de söylememiz mümkündür.

 “Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhîd’i

Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi!” mısrası ile Mehmet Akif’in, Çanakkale savaşını Bedir harbine benzetmesi bu açıdan anlamlıdır. Aynı şekilde İslam coğrafyasının nerede ise tamamına yakınının işgale uğradığı bir dönemde Çanakkale ile birlikte elde edilen zafer, sadece Türk milleti açısından değil diğer İslam toplumları için de moral kaynağı olmuştur.

Çanakkale savaşında insani planda yapılması gereken şeylerin imkân ölçüsünde yerine getirilmiş olduğuna şüphe edilemez. Bununla birlikte Bedir harbinde olduğu gibi yer yer ilahî yardımın görüldüğü durumlar da yaşamıştır. Çünkü Çanakkale savaşı bu şekilde düşünmemize imkân sağlayan hadiseleri bünyesinde barındırır. İşgal kuvvetleri komutanı Ian Hamilton’un, “İnsan ruhunu yenmek mümkün olmuyor. (…) Son derece hırpalanmış Türkleri, onları koruyan Allah’larından ayırmak için başka ne yapılabilir!” şeklindeki sözleri bu açıdan anlamlıdır.

Çanakkale harbi, Sultan Reşad’ın;

 “Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle duâ

 

Mülk-i İslâm’ı Hudâ eyleye dâim me’men” mısralarında dile getirdiği kabul olmuş duası gibidir.

M. AKİF ÇANAKKALE DESTANINI NASIL YAZDI?

 
            Bu milletin, insanlık tarihinde bir benzeri olmayan, tarihin akışını değiştiren Çanakkale'deki şahlanışını "Çanakkale Destanı" ile ebedileştiren Mehmet Akif'in, bu şaheserini nerde, nasıl yazdığını bilenlerimiz çok azdır sanıyoruz. 92. yılında "Çanakkale Destanı"nın yazılış hikâyesini, Osmanlı İmparatorluğu'nunTeşkilat-ı Mahsusa (Bugünkü MIT) Reisi Eşref Sencer Kuşçubaşı'nın anılarından özetleyerek anlatacağız.     

"Çanakkale Destanı", İstiklal Marşı'mızdan dört yıl önce, Arabistan çöllerindeki bir vahada, ay ışığında, şairinin şükür hıçkırıkları ve gözyaşları arasında, sabahlara kadar süren bir duygu seli eşliğinde yazılmıştır. "Millet canını dişine takmış, gövdesini düşman ateşine siper ediyorken, Çanakkale Destanı'nın o duygusal şairi Mehmet Akif'in Arabistan çöllerinde ne işi vardı?" sorusu akla gelebilir. Anlatalım.. 

             Cennet mekân Mehmet Akif, Teşkilat-ı Mahsusa (MİT) saflarında Ittihad-ı İslam hareketi içinde aktif olarak çalışmıştır.Çanakkale Savaşı'nın en ateşli günlerinde, Teşkilat-i Mahsusa Reisi Eşref Sencer Kuşçubaşı ile birlikte Osmanlı'nın Hicaz Vilayeti'ndedir. Mekke Şerifi Hüseyin Paşa'nın ihanetini ustalıkla gizlediği o günlerde, çölün kilit noktalarını elinde tutan Ibn-i Suud ve Ibn-i Reşit'in Osmanlı'ya sadık kalmalarını sağlamak amacıyla görüşmeler yapmaktadırlar. Çünkü zırhlı gemileriyle Çanakkale Boğazı'nı zorlayan İngilizlerin, cömertçe dağıttıkları altınlarla Arapları Osmanlı'ya karşı ayaklandırmaya çalıştıkları haber alınmıştı.

Gönülleri hep Çanakkaledeydi;

 
            Eşref Sencer Kuşçubası hatıralarında, Arapların Osmanlı'ya sadık kalmalarını, İslam birliğini bozma-malarını sağlamak amacıyla Necid çöllerinde dolaştıkları günlerde, gönüllerinin hep Çanakkale'de olduğunu şöyle anlatıyor:
"Biz Hail'e, Ibn-i Reşid'e doğru yol alırken, Çanakkale'de savaşın en çetin günleri başla-mıştı.... Yalnız kaldığımız zaman, birbirimizin yüzüne endişe ile bakar, korktuğumuz acı sonucun adını söyleyemezdik.

M. Akif bir gün dayanamadı ve dedi ki:
-“Eşref, dün gece sabaha kadar ne için yalvardım, biliyor musun?” Sonra elini göğsüne koydu: 
-“Cenab-ı Hak'ka yalvardım... Dedim ki, 'Ya Rabbim, bana Çanakkale'de zaferi yaşatmadan canımı alma!.

O büyük günü göreyim, sonra huzuruna davet et..”

-Gözleri yaşlı idi. Kolumu öylesine parmaklarının cenderesi içine almıştı ki, Şair Akif gitmiş, Pehlivan Akif gelmişti: 
-“Adalet-i ilahiye var, hak var, kahramanlığın bedeli var. (...) Allah, İstanbul'un yolunu bu müstevli sürüsüne açmayacaktır Eşref.. Benim kahraman Mehmetçiklerim bu insaniyet ve İslamiyet düşmanlarına şehamet dersi verecektir..." 
"ÇANAKKALE DESTANI" GÖZYAŞLARIYLA YAZILDI?

Müjde, dönüş yolunda, Anadolu-Bağdat demiryolunun El-Muazzam istasyonunda gelmişti. Adı "El-Muazzam" olmasına rağmen istasyon, çöl ortasında küçük bir kulübecikti. O büyük sevinci nasıl yaşadıklarını Eşref Kuşçubaşı'ndan dinleyelim:

"Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa beni aramış, Çanakkale zaferini müjdelemişti. Akif'in hayatının en bahtiyar, en mesut anı... Anlatılması çok zor.. Ay, bedir halinde idi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında Mehmet Akif, hiçbir başka ışığa ihtiyaç bırakmayan, bu, güneşi bile unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı... İstasyon kulübesinin arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Abbes almış ve namaza durmuştu, son rekatın secdesine bir kapandı kalkmak bilmiyordu Akif, belki yarım saat belki secdede kaldı ben herhalde ruhunu teslim etti dedim. Yanına vardığım da baktım ki secde yeri gözyaşlarıyla ıslanmıştı sonra kalktı ve kulübedeki masaya oturdu…  İşte, o Çanakkale'ye layık destan, bu hıçkırıklar içinde ibda edildi, yaratıldı...Sabaha kadar süren ilham saatleri sonunda, SAFAHAT’ın, hayır, yalnızca SAFAHAT’ın değil, Türk Destan Edebiyatı'nın o essiz şaheserini tamamlandığında Mehmet Akif, vazifesini tamamlamış, fanilerden az kula nasip olan rahatlığı ile yüzüme derin derin bakarak şöyle demişti: 'Artık ölebilirim Eşref... Gözüm artık açık gitmez...' dedi." 

 


Çankkale Destanı

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi. 
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- 
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. 
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! 
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı' 
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, 
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! 
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, 
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer. 
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında, 
Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada! 
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: 
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. 
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... 
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ! 
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, 
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil, 
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; 
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. 
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... 
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. 
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb, 
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb. 

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; 
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı; 
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; 
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. 
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, 
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. 
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer... 
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, 
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. 
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, 
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. 
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, 
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre. 
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... 
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! 
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; 
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman? 
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?  Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm. 


Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, 
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer; 
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi; 
'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi. 
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: 
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek. 
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... 
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, 
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! 
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. 
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... 
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. 
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? 
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın. 
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... 
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb. 

'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına; 
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, 
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; 
Ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan, 
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan; 
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, 
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, 
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; 
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; 
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... 
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. 
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, 
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i, 
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... 
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, 
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; 
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; 
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât, 
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... 
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, 
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

 

                               Mehmet Akif Ersoy

İmanlı Yüreklerin Kazandığı Zafer

 ÇANAKKALE

18 Mart deniz savaşı ve kara savaşları şeklinde iki ayrı kategoride mütalaa edilebilir. 18 Mart deniz savaşı bir gün sürmüş ve başarıyla sonuçlanmıştı. İki yüz yıldır yenilgi yüzü görmemiş, üzerinde güneş batmayan imparatorluğa mensup İngiliz donanması, o dev armada ve yanındakiler çok zayiat vererek kaçarcasına Çanakkale sularını terk etmişlerdi.

 Merhum Akif’in ifade ettiği gibi kimler katılmamıştı ki bu savaşa;

 “Eski dünya, yeni dünya bütün akvam-ı beşer

           Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.” İngiltere, Fransa, Avustralya, Yeni Zelanda, Senegal, Hindistan, Cezayir, İskoçya, İrlanda, Kanada, Sudan, Somali, Rusya, İsveç, Danimarka, Finlandiya’ya mensup askerlerden müteşekkil bir ordu...

 

Dünyayı kasıp kavuracağı tahmin edilen bu ateş çemberinin kıvılcımlarından en az hasar ve kayıpla çıkmak için 23 Kasım 1914’te padişah iradesiyle cihad- ı ekber ilan edildi. Bu fetva, hem Osmanlı hem İtilaf devletleri idaresindeki Müslümanlara bir davetti. Fetvaya göre bu savaşta, hükûmet-i İslamiye denilen Osmanlı Devleti’nin müttefikleriyle aynı safta savaşmak farz-ı ayn, onlara karşı savaşmak ise haram- ı kat’i idi. İtilaf devletleri sömürgelerinde yaşayan Müslümanlar, kendileri ve aileleri ölümle tehdit edilseler dahi İslam hükûmetiyle savaşmaktan geri durmalıydılar. Yani, sömürgesi altında yaşadığınız devletin safında askerliği kabul etmeyin, hatırlatması yapılıyordu. O günün ulaşım imkânları bu haberin kısa zamanda ilgili yerlere ulaştırılmasını zorlaştırıyordu.

Osmanlı’ya karşı savaşanlar da boş durmuyor, sömürgelerindeki din adamlarına karşı fetvalar yayınlatıyor, Müslümanların Osmanlı Devleti’nin yanında savaşmalarını engellemek istiyorlardı. Bu cihat çağrısına cevap verenler; “Vatan sevgisi imandandır.” hadis-i şerifinin ulviliğine inanmışlar ve vatanın yüz otuz iki ayrı yerinden koşup gelmişlerdi. Musul, Adana, Üsküp, Erzurum, Van, Bağdat, Bursa, Selanik, Diyarbakır, Yemen, Pakistan, Mekke...

Bu çağrıya cevap verenlerin karşı taraftaki askerlerden bir farkı vardı. Emr-i bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münkere riayet ediyorlardı. İyiliği emreden kötülükten men eden bir ümmet oldukları için farklıydılar. Âlemlerin Rabbi tarafından Kur’an-ı Kerim’de “En hayırlı ve en üstün, en dengeli, insanlık için gönderilmiş, hakkın şahidi olan, hakkı ayakta tutan bir ümmet olarak vasıflandırılmış bir ümmettir. Çünkü bu ümmet belli bir topluma, bir millete bir ırka değil, bütün insanlığa gönderilmiş son peygamberin ümmetidir. Dünyada da ahirette de şahit ümmet olma müjdesi almış bir ümmettir.” (Bakara, 2/143.) Bu ümmetin sorumluluğu hakkın ayakta tutulmasını sağlamaktır. Kilometrelerce yolu göze alanlar, asırlardır hakkı ayakta tutmak için çaba sarf eden hükûmet-i İslam’ın imdadına koşuyordu. Merhum Akif’in ikazını âdeta işitmişlerdi:

“Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan,

  Kaldırın ayrılık esbabını aradan!”

 

Müslüman Müslüman’ın acısı- na, derdine bigâne kalamaz, ikazı çerçevesinde maneviyatlarının doruk noktası hanesine bu gazayı kazımışlardı. Hissiz olmadıklarını göstermiş, bu ümmetin aynı vasıfları muhafaza ettiği müddetçe ebediyete kadar yaşayabileceğini ispatlamışlardı.

“Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış,

Bir ümmet göster ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış.” (Mehmet Âkif Ersoy)

Savaş bittikten sonra İngiliz Donanma Bakanı Churcill’e sormuşlar: “Karnı aç, silahları güçsüz, cephaneleri yetersiz, çıplak, zayıf bir orduyu nasıl oldu da yenemediniz?” Verdiği cevap insanın manevi yanının ne kadar önemli olduğunun ispatıdır: “Ben bu milletin savaşma gücüne hayran kaldım. Ne ayaz ne ilikleri donduran soğuk, ne açlık ne silahsızlık onları etkilemiyor. Biz Çanakkale’de Türklerle değil, Tanrı’yla savaştık!”

Bu düşünceyi ispatlayan en önemli cümleyi Osmanlı’nın resmî tarihçisi Bursalı Binbaşı Nihat Bey söylemiştir: “Çanakkale maneviyatların çarpışmasıdır. Bunun aksini söylemek cinnetle eşdeğerdir!” Zira maneviyatı kuvvetli, imanı sağlam olan her zaman kazanmıştır.

 “Allah dilediğini yardımıyla destekler.” (Âl-i İmran, 3/13.) ayet-i celilesi bu savaşta tam anlamıyla tecelli ediyor.

18 Mart Deniz Savaşı’nın kazanılmasında önemli rol oynayan Rumeli Mecidiyesini ve Havranlı Seyit Onbaşı’yı adımız gibi ezbere biliriz. Koca Seyit’in Kumandanı Yüzbaşı Hilmi Bey taarruzdan önce askerlerine özetle şu konuşmayı yapıyor:

“Bu ulvi vazifede bulunmamız kendi liyakat ve iktidarımızla değil ancak Cenab-ı Hakk’ın bir özel lütfu iledir. Şu tabyaya sahip olmakla dünyanın en bahtiyar adamlarından birisi olduğunuzu bilmenizi isterim. Şimdiye kadar batarya başında bulunmamız vatan, vatan evladı ve İslamiyet’e karşı her zaman kendileri için canımızı fedaya hazır olduğumuzu taahhütten başka bir şey değildir. İşte o gün geldi, hepimiz birlikte ahit ve yemin edelim.” O, askerlerini şöyle tanımlıyor:

“Bütün erlerde savaş için büyük bir istek vardı. Bu hâli sürdürmek gerekiyordu. Daha evvel de bildirdiğim gibi bölükte namaz kılmayan yoktu. Devamlı telkinlerim neticesi dinî hisleri olgunlaştı. Bugünden itibaren daima abdestli bulunulacak ve harbe abdestli olarak başlanacak. Topların dolması için verilecek kumanda ile her topun sağındaki bir er nöbete çıkacak. Bu suretle dört er tarafından ezan-ı Muhammedi okunacak. Birinci doldurma işi yapılacak. Yeni gelen yedek subay adaylarının medreseden olanlar kendilerine lüzum hasıl oluncaya kadar yüksek sesle tekbir alacaklar, bir kısmı da Kur’an okuyacaktır. Ateş aralarında ise bütün batarya sesli olarak tekbire katılacak. Kimse yaralı ve şehitlerle ilgilenmeyecek, ben ölürsem üzerime basıp geçin. Yaralanırsam yine önem vermeyin. Ben de size böyle davranacağım. Şehit ve yaralıların yerine geçecekler tayin edilmiştir.”

Vatanın doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kadar cepheye koşan vatan evladının, hepsinin gayesi birdi. Onları birleştiren, aynı safta toplayan güç, sığındıkları şemsiye İslam dini idi, aynı peygamberin ümmeti olmalarıydı, Müslüman kimlikleriydi. Bu kuvvetli çimento hepsini bir potada eritmeye, kaynaştırmaya yeten hâkim güçtü.

Düşmanları dahi olsa muhtaca yardım etmekten imtina etmeyen, mermi sağanakları altında düşmanını sırtlayıp emin bir yere ulaştıran ve kendi gömleklerini yırtıp düşmanının yarasını saran bu kahramanlar tüm dünyaya bir insanlık dersi verdiler. Çünkü şehit de olsalar yüce Allah’ın huzuruna kul hakkıyla çıkamayacaklarını biliyorlardı. Yelpazeleriyle yaralı düşman askerlerinin sineklerini kovuyorlardı, çok az olan ekmeklerini onlarla paylaşıyorlardı. İlaç kıtlığında bulaşıcı hastalıklara karşı onları aşılıyorlardı.

 

“Bir millet güzel ahlak ve meziyetlerini değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.” (Enfal, 8/53.) Sözün özü; güzel ahlak ve meziyetle taçlanmış olan İslam dinine sadakatleri yüzünden cansiperane savaşmışlardı. Cenab-ı Hak da onları muzaffer kıldı, kimi şehadet mertebesine erişti, kimi gazi oldu. Bu destanı da dostları ve düşmanları unutmadı, insanlık yaşadıkça da unutamayacaktır…

ÇANAKKALEDEN HATIRALAR

Çanakkale Zaferi her şeyden önce birlik ve bütünlüğümüzün adresidir!

Mehmet Âkif’in, “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” dediği kuvvetler, denizden saldırıya kalkıyor. Çanakkale sırtları denizden, havadan ve karadan atılan bombalarla bir anda cehenneme dönüyor... Bu saldırılar bir kısmı çocuk yaşta, bir kısmı yedek subay on binlerce şehide mal olacaktır, ama Çanakkale geçilemeyecektir. Saldırganların adı “düşman”dır, savunanların ise “kardeş”! Saldırgan “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” savunmacıların kimi Türk, kimi Kürt, kimi Laz, kimi Çerkes, kimi Arnavut…

Hepsi yekvücut. Zaten İngiliz gülleleri adres sormuyor…

Çanakkale sırtlarında, ezan minarelerde sönmesin, bayrak direkten inmesin, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’una düşman çizmesi değmesin kararlı lığı içinde, namusunu savunur gibi vatanını savunan Mehmetçikleri hedef alıyor… Saldırganlar, savunmacıların etnik kökenine bakmadan Türk’ün, Kürt’ün, Laz’ın, Çerkes’in, Arnavut’un iman dolu göğsünü hedef alıyorlar…

Öte yandan Türkle Kürt aynı değerler etrafında kenetlenip aynı amaçlar uğruna şehit oluyorlar ve koyun koyuna aynı mezarda ebediyeti yaşıyorlar. Kısacası Çanakkale Zaferi her şeyden önce birlik ve bütünlüğümüzün adresidir!

Nasıl İnsanlardı?

Öncelikle belirteyim ki, o insanlar Allah’a yakın insanlardı… Cephede, bombalar altında namaz kılacak kadar yakın… Savaşırken, oruç tutacak kadar yakın… Her mermiyi besmele eşliğinde gönderecek kadar yakın.

Nusret Mayın Gemisi’nin sahile paralel olarak Karanlık Liman’a döktüğü yirmi altı yerli mayının tamamının patladığı ve düşman zırhlılarına büyük zararlar verdiği, Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Bey’e (sonra paşa oldu) bildirildiğinde gülümsemiş, “O mayınları yapan Çanakkaleli ustalar, belli ki kara baruta bir miktar da besmele katmışlar.” demişti.

Alman Mareşal Sandersi Hayrete Düşüren Birlik…

Çanakkale cephesini savunan Beşinci Ordu’nun komutanı ise Alman Mareşal Otto Liman Von Sanders’ti… Sanders, bir gün cepheyi teftişe çıkıyor. Yanında Müstahkem Mevki Komutanı Kurmay Albay Cevat Bey başta olmak üzere, Türk subaylar da vardır…

Önünde sıralanan Mehmetçiklerden birine damdan düşer gibi soruyor: “Niçin savaşıyorsun?” Cevap, mert Anadolu delikanlısının temel amacını haykırır gibidir: “Allah için!”

Alman Mareşal Liman Von Sanders çarpılıyor, âdeta… Bir yandan da meraklanmıştır: Acaba askerde fikir birliği var mı? Başka birliklere geçiyor. Farklı birliklerde savaşan birkaç Mehmetçiğe daha aynı soruyu yöneltiyor:

“Niçin savaşıyorsun?” Hayret! Cevap aynıdır: “Allah için!” Alman Mareşal, Türk subaylara dönüyor:

“Bravo beyler!” diyor, “yaptığı işi Allah için yapan evlatları olan bir millet mahvolmaz!” Azimli, kararlı, mert ve fedakâr O günlerde Çanakkale sırtlarında vatan savunması yapan insanlar kararlı, azimli, mert ve fedakâr insanlardı…

Devletimin imkânı olsaydı bana da elbise verirdi

Diyarbakır’ın fakir bir köyünden gelen Kürt Memo (Mehmet), temmuz sıcağında bile sırtından çıkarmadığı kırk yamalı kaputuyla savaşıyor, devletinden elbise istemeyi kendine yediremediğinden, hiç sesini çıkarmıyor… Bir gün yüzbaşısı durumu fark edip yaz geldiğini, kaputu çıkarmasını isteyince, hiç renk vermiyor:

“Böyle iyiyim kumandanım” diyor, “bu kaputun her yaması şehit kardeşlerimin elbisesinden alınmadır. Beni hem gâvurun mermisinden koruyor, hem de soğuktan…”

“Ama hava ısındı” diye üsteliyor yüzbaşı, “yaz günü de kaputla savaşılmaz ki…”

“Ziyanı yok kumandanım, siz gönlünüzü ferah tutun, ben böyle daha iyi savaşıyorum.”

Yüzbaşı, Memo’yu henüz çözememiştir: “Çıkar oğlum” diyor, “arkadaşların gibi sen de elbiseyle savaş.” “Müsaadenizle yüzbaşım, kalsın.” Yüzbaşı kızmaya başlamıştır:

“Çıkar dedim mi çıkaracaksın, ben senin kumandanınım!” Memo, kurtuluş olmadığını görünce, kimseyle paylaşmadığı sırrını yüzbaşıya fısıldamak zorunda kalıyor:

“Emrin can baş üstüne kumandanım” diyor, “ama kaputu çıkarırsam cıbıldak kalırım; çünkü bunun içinde başka hiçbir şey yok.” Memo, “Devletimin imkânı olsaydı bana da elbise verirdi” diye düşünmüş, vermediğini devletten istemeye utanmıştır. O zamanın Anadolu delikanlısı sadece vermeyi (vatanı için malı istendiğinde malını, canı istendiğinde canını vermeyi) biliyor, istemeyi, almayı bilmiyor.

Cesaretin Şahikası Gençler

O insanlar aynı zamanda son derece cesur insanlardı… Yahya Çavuş, emrindeki son birkaç Mehmetçikle tam üç alay düşmana karşı bütün gün savaşıyor, son askeri şehit olmadan, savunmasına bırakılan tepeyi düşmana teslim etmiyordu. Göz kırpmadan ölümün koynuna atladılar… Sonunda hepsi şehit olup ebedîleşti.

Çanakkale eski valilerinden Nail Memik Bey, bu kahramanlık karşısında ağlıyor, bir dörtlük yazıp Yahya Çavuş ve arkadaşlarının mezar taşı yapıyordu:

            “Bir kahraman takım ve Yahya Çavuş’tular,

Tam üç alayla burda, gönülden vuruştular…

Düşman tümen sanırdı bu şahlanmış erleri,

Allah’ı arzu ettiler, akşama kavuştular.”

İngilizlerle Aramızdaki İnsanlık Farkı…!!!

O insanlar gerektiğinde sert, ama her zaman mert insanlardı… Savaşta bile mertliklerine leke sürmez, hileye başvurmazlardı… Asla ahlak dışı usuller kullanmazlardı.

O kadar ki, İngiliz komutanlar Avustralya’dan getirdikleri meşhur Anzak askerlerine gaz maskesi dağıtmak istediklerinde, Anzak askerleri şu gerekçe ile reddetmişlerdi:

“Düşmanımız o kadar merttir ki, zehirli gaz atmaya tenezzül etmez.” Oysa aynı tarihlerde İngiltere Harbiye Nazırı Sir Vinston Churchill, Gelibolu’ya yığdığı kuvvetlerine zehirli gaz kullanma emri veriyor, gerekçesini de şu şekilde açıklıyordu: “Türkler insan sayılmazlar, fare gibi zehirlemelisiniz!” Aramızdaki “insanlık farkı” hâlâ devam ediyor.

Onlar işte böyleydi:

Böyle oldukları için, Allah, Âl-i İmran 123. ayetinde vadettiği yardımı gönderdi: “Şayet sabreder, Allah’tan korkarsanız ve düşmanlarınız da hemen o anda üzerinize gelirse, Rabbiniz, işaretlenmiş beş bin melekle size yardım eder.”

Rahmet tecellisinin dört şartı var:  1. İnanmak (iman)

          2. Elden geleni yapmak

          3. Sabretmek

                                                              4. Hak etmek.

Onlar imkânsızlıklara sığınmadılar, şartlara teslim olmadılar, ellerinden geleni yaptıktan sonra Allah’a iltica ettiler ve imkânsızı başardılar.

Önce zaferi hak etmek lazım!

Son söz Mehmet Âkif’ten olsun:  “Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz,

                                                            “Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz…”

 

Atatürk’ün Anılarında Çanakkale

Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulamamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine geliyor, fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz?..

Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok…

 

Okuma bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.”

 

Düşman Gözünde Dostluk Kazanan Mehmetcik…

Boğazdan umduğunu bulamayan Müttefik askerleri, 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu’nda kara harekâtına giriştiler. Birçok düşman askeri ilk defa Türk askerleriyle karşılaşacaktı. Türk askerleri hakkında fazla bilgileri mevcut değildi. Sadece ülkelerinde gazetelerde çıkan haberler kadar biliyorlardı.

Çanakkale savaşları öncesi Türklere karşı olumsuz propaganda yapılıyordu. Avustralya, Yeni Zelanda ve Batı gazetelerinde propaganda işleniyor; “Türkler Hristiyanları toptan öldürüyor, kadınlara tecavüz ediliyor, Türk askerleri savaş esirlerine çok kötü işkenceler uyguluyor.” şeklinde haberler yaparak dünya kamuoyunu yanıltıyordu. Müslüman Türk askerlerini “Abdul” olarak anıyorlardı. Bu lakapla Türk askerinin “acımasız, vahşi, zavallı, barbar Türk” olarak tanımlıyorlardı.

Bir süre sonra, Anzaklar başta olmak üzere Çanakkale’de Mehmetçik ile çarpışıp, onu doğrudan tanıma fırsatı bulan tüm düşman askerleri, gerçeklerin tamamen farklı olduğunu anladılar. Ama bunun için, tüm acımasızlığıyla Çanakkale savaşlarının yaşanması ve yüz binlerce insanın kanının dökülmesi devam edecekti.

 İki taraf askerlerini birbirlerini bizzat görme ve tanıma fırsatı 24 Mayıs ateşkesinde olmuştur. Türk askerlerine karşı düşünceler iyice değişmiş, artık karşılıklı hediyeleşmeye geçmişti. Gazeteci C.E.W. Bean, 10 Kasım 1915’te hatıralarında;

“Son zamanlarda Türklerle iyi iletişim kuruyorduk. Siperlerine, Mısır’daki Türk soylu esirlerden gelen ve çok iyi bakıldıklarını anlatan mektuplarıyla, sağlıklı ve mutlu olduklarını gösteren fotoğraflarını atmıştık. Karşıdan şu yanıtı aldık: ‘Sadakayla yaşayan bir adam domuzun, lanetin tekidir. Karnımız tok olduğu gibi yedek yiyeceğimiz de bol. Elimizde tüfeklerle hazırız. İngilizlerin çok yiyecek ve cephanesi olabilir. Ancak bizim de süngülerimiz ve inancımız var. Eğer iddia ettiğiniz gibi büyük bir milletseniz, neden üstün ilkeler doğrultusunda hareket etmiyorsunuz da başkalarının aklını çelerek sadakatlerini bozmaya çalışıp alçalıyorsunuz?’ Çok asilce bir cevap… Bu çabaları yoğunlaştırıp Türklerin teslim olmalarını sağlayabiliriz sanıyorduk.” diyordu.

XII’nci piyade taburunda er K. J. Skyes Müslüman Türk askerinin yaptığı ibadeti anlatıyordu; “Çetin bir çarpışmanın yorgunluğu içinde başlayan bir gecenin başlangıcındaydık. Biraz olsun dinlenebilmek için sindiğimiz siperlerde, Türk tarafında gelen Allahü Ekber, Allahü Ekber diye yükselen bir sesle, ne olduğunu anlayamadan hemen silahlarımıza sarılıp alarma geçtik… Karanlık içinde olmasına rağmen hemen yakınımızdaki görüntüyü seçebiliyorduk. Hepimiz hayretler içinde kalmıştık. Türk siperlerinin önüne çıkmış beyaz sarıklı bir din adamı ayakta ve fütursuzca dinî görevini yapmaktaydı.”

Müttefik askerlerinin Başkomutanı General Ian Hamilton’da; “Dünyada Osmanlı Türkünden başka, bir din uğruna canını fedaya tartışmasız hazır bir millet ve asker yoktur.”diyerek Türk askerlerini övüyordu.

Hamilton, 7 Haziran 1915 günü hatıralarında ise Türk topçuların ilginç bir hareketine yer vermiştir. Gemi yanmaya başlamış, yükü boşaltamaz duruma gelmiş ve yardıma muhtaç hâle düşmüştür. Türk askeri, burada zor duruma düşen düşman gemisini batıracak son birkaç atı- mı kullanmayacak kadar asil ruhlu olduğunu göstermekten başka bir şey yapmamıştı. Hamilton; “Ben buna şaştım. Türkler, birkaç mermi daha atsalardı, gemi muhakkak batacaktı. Ama atmadılar. Türkler, ateşlerini durdurmuşlardı nedense! Hâlbuki gemi tutuşmuş, baca gibi tütüyordu. Nedense Türkler değeri biçilmez ödülü almaktan vazgeçmişlerdi. Kocamış Türkler gerçekten çok ilginç.”

 

Türk askerlerinin Çanakkale’de sergilediği mert, dürüst ve sıkı bir savaşçı olma özelliği sadece cephede değil, Batılı ülkelerde de yankıları olmuştur. Lord Kitchener, İngiliz Parlamentosu’nda yaptığı konuşmasında Türk askerinden övgü ile söz eder: “Türk, Prusya daha henüz ilkel-putperest ve barbarlık dönemini yaşarken, asker düşmanına centilmence davranmak gibi, takdir edilecek bir savaşçı olma meziyetine sahip olagelmiştir.”

On yedi yıl aralıksız savaşan bir millet…

 

Çanakkale Zaferi, yakın tarih içindeki yeri bakımından son derece anlamlıdır. Anlamlıdır, çünkü “Osmanlı bitti, bir daha dirilemeyecek şekilde yere serildi” denilen bir zamanda kazanılmıştır. Mahiyeti itibarıyla bir diriliş cehdi, aynı zamanda da birlik beraberlik sembolüdür. Bu itibarla Çanakkale mücadelesini kazanan ruhu keşfetmeye ve kavramaya muhtacız.

Hatırlayalım ki, Çanakkale Zaferi, Avrupa’nın “Hasta Adam” damgasını vurduğu bir milletin varlık mücadelesidir. Mücadele kaybedilseydi her şey biter, o moral çöküntüsü içinde İstiklal Savaşı bile verilemezdi. Ama kazanıldı. Tarihin yolu ve yönü değişti.

Bir millet ateşle imtihan olundu Çanakkale’de, tarihle hesaplaştı ve kendi varoluş tarihini yeniden yazdı. Oysa yıllarca savaşmaktan yorgundu. İmparatorluğun geniş coğrafyası içinde on yedi yıl aralıksız savaşmış, Trablusgarp’tan Balkanlar’a kadar tüm vatan sathını kanıyla âdeta sulamış, başta insan kaynakları olmak üzere hemen hemen tüm kaynaklarını tüketmişti.

Ve Yıl 1914…

On yedi yıl aralıksız savaşan bir milletin önce insan kaynakları, ardından para kaynakları, nihayet silah kaynakları tükenir: En tükenmiş anınızda ise en güçlü donanma ile son darbeyi vurmaya gelirler… Çanakkale savaşlarının özü de özeti de budur…

Önemi ise, yokluktan varlık çıkarılabilmesi, “Çanakkale geçilmez” hükmünü dünya tarihinin alnına vurabilmesidir. Dünyanın en yorgun milletinin, dünyanın en iyi ordularının karşısında tutunabilmesi, gerçekten de analize muhtaç bir durumdur ve geleceğimiz açısından büyük bir umuttur.

Orantısız güç

12 büyük zırhlı, 18 muhrip, 13 torpido gemisi, 7 tarama gemisi, küçük çaplı gemiler, 24 denizaltı, 42 uçak ve 500 bin asker (bu konuda muhtelif rakamlar var)… İtilaf donanması, 506 topla günde ortalama 23 bin mermi gönderiyor mevzilerimize… Bizim elimizde ise çoğu eski, eski olduğu için de ateş gücü son derece düşük 150 top var… Atılabilen mermi sayısı sadece 370…

Bu açığı kapatmak için bulunabilen tek yol ise mevzilere soba boruları yerleştirilip top görüntüsü verilmesinden ibaret…

Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Kurmay Albay Cevat (Çobanlı) Bey, subaylarını toplamış, şöyle konuşuyor:

 

“Silah arkadaşlarım! Biz, düşmanın toplarına ve zırhlılarına karşı imanımızla çıkacağız. Şarapnellere ve mermilere göğsümüzü siper edeceğiz. Ve bütün dünyaya Çanakkale geçilmez sözünü bir darb-ı mesel gibi söyleteceğiz.” Kısacası bu savaş, “Çanakkale’yi geçirtmeyeceğiz, ezanımızı susturmalarına, bayrağımızı indirmelerine izin vermeyeceğiz” diyenlerle “Çanakkale’yi mutlaka geçeceğiz” diyenlerin savaşıdır...


İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: