• resmi ilanlar

RAMAZAN SOHBETLERİ

09/07/2015 11:00

...

HAKLARA RİAYET

HER HAK SAHİBİNE HAKKINI VEREBİLMEK

                                                    “Şüphesiz Yüce Allah her hak sahibine hakkını vermiştir.”    

Nebi (s,a,v), bir gün ashabı ile oturuyordu. Zaman zaman yaptığı gibi onları konuşturarak sohbetine başladı: “Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashabdan söz alan biri, “Bizim aramızda müflis, malı mülkü olmayan kimsedir.” dedi. Bu cevap üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: “Asıl müflis, kıyamet gününde kıldığı namaz, tuttuğu oruç ve verdiği zekâtla gelir. Ancak dünyada iken şuna sövmüş, buna iftira atmış, ötekinin malını yemiş, berikinin kanını dökmüş, bir başkasını da dövmüştür. (İhlal ettiği bu hakların karşılığı olarak) iyiliklerinden alınıp hak sahiplerine verilir. Şayet hesabı görülmeden iyilikleri biterse, mağdur ettiği insanların günahlarından alınarak bunun üzerine yüklenir, sonra da cehenneme atılır.”Ahiret gününde iflas eden insanı bu şekilde tasvir ediyordu Kutlu Nebi. Müflisin bütün çabaları boşa çıkmış, işlediği kötülükler iyiliklerini alıp götürmüş, mükâfat beklerken cezalandırılmıştı. Allah katında mükâfat kazanabilmek ve azaptan kurtulmak için kul haklarından arınmış olmak gerekiyordu.

İslam düşüncesinde haklar, “Allah’ın hakları” ve “kulların hakları” şeklinde ikiye ayrılır. İlki, Allah ile insan arasındaki hakları, ikincisi ise, insanın diğer insanlarla olan hukukunu ifade eder. Modern dönemlerin en revaçtaki kavramı olan “insan hakları” yerine İslam kültüründe “kul hakları” tabiri kullanılır. İnsan hakları sadece insan ile insan arasındaki karşılıklı hukuku ifade ederken; kul hakları önce Allah ile kul arasındaki, sonra da kul ile kullar arasındaki hukuka işaret eder. Dolayısıyla, kul hakları tabiri, içerik olarak insan hakları tabirinden çok daha geniştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v), Muaz b. Cebel ile yaptığı bir yolculuk esnasında Allah ile insan arasındaki bu hak ilişkisini çok veciz bir şekilde anlatır. Resulullah (s.a.v), “Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki haklarını bilir misin?” diye sorar. Muaz, “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” der. Resulullah, “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları ve O’na ibadet etmeleridir.” buyurarak sorunun cevabını verir. Bir süre yol aldıktan sonra yine o mübarek ses işitilir: “Peki ey Muaz! Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?” Muaz yine, “Allah ve Resulu daha iyi bilir”, dedikten sonra Resulullah, “Allah’ın onlara azap etmemesi, onları cennetine koymasıdır” buyurur.

Allah’ın hakları, sadece ibadetleri değil, bütün fertlerin yararını ilgilendiren toplumsal konular da kapsamaktadır.Toplumda bir haksızlığı önlemek veya hakkı tespit etmke amacıyla Allah rızası için şahitlik yapılmasını isteyen ayetler bu kapsamdadır. Aynı şekilde toplum düzenini sağlamak için verilen cezaların da Allah hakkı olduğu kabul edilmiştir. Peygamber Efendimizin Zekâtı vermenin Allah hakkı olduğunu bildiren hadisleri de aynı yöndedir.

Bilinçli bir Müslüman için hak, her yerde ve her zaman arzulanan, ihlali karşısında ise savunulması gereken bir temel değerdir. Allah Resulü, zalim yöneticiye karşı hakkı söylemeyi, en faziletli cihad olarak nitelemiştir. Bu yüzdendir ki hakkın muhafazası adına Müslümanlar, gerektiğinde canlarını ve mallarını ortaya koymaktan çekinmezler. İslam, gerek Allah’ın gerekse insanın haklarına o kadar önem vermiştir ki bu uğurda gösterilecek her türlü çabayı övmüş; can, mal, aile ve din gibi değerleri savunma uğrunda hayatını kaybeden kişiyi şehit kabul etmiştir. Peygamber Efendimiz(s.a.v)’in belirttiğine göre, sabrederek, ecrini Allah’tan umarak, savaş meydanından kaçmaksızın ileri atılarak cihad eden kimse şehit olduğunda Allah Teala tarafından günahları bağışlansa da üzerinde kul hakkı olması halinde bu borç affolunmaz. Dolayısıyla kişi bir başkasının hakkını ödemediği sürece tam olarak arınamaz.

Bir gün, Yahudi olduğu söylenen bir adam, Peygamber Efendimiz(s.a.v)’e borç verdiği bir deveyi kaba bir tavırla ister. Onun bu tavrını beğenmeyen ashâbdan bazıları onu paylamak isterler. Ancak Kutlu Nebi,“Hak sahibinin, söz söyleme hakkı vardır.” Buyurarak adamın bu tavrını anlayışla karşılar ve ashâbının ona karşı koymasını engeller.

Her insanın, ilişki içinde olduğu diğer varlıklara karşı dikkat etmesi gereken görev ve sorumlulukları, kim veya ne olursa olsun sahibine karşı ödemek durumunda olduğu borçları vardır. Tüm bu haklar, görevler, sorumluluklar ve borçlar karşılıklıdır. Yani insan, muhataplarından birine karşı bir açıdan sorumlu ve borçlu iken bir başka açıdan alacaklı konumdadır. Bu durum, insanın var oluşunun ayrılmaz bir yönüdür. Konusu ve kapsamı ne olursa olsun her türlü hakka riayet eden insan, aslında doğrunun, hakikatin yani Hakk’ın yanındaki yerini almış demektir. Dolayısıyla hayatımızın her anında Hak’tan yana tavır almakla ve Hakk’ı savunmakla sorumluyuz.

“Ya Rab! Bize eşyayı olduğu gibi göster. Hakk’ı hak bilip Hakk’a uymayı, batılı bilip batıldan kaçmayı nasip eyle.”

 



T2120 Tirmizi, Vesaya, 5

M6579 Müslim, Birr, 59

M144 Müslim, İman, 49.

HM22423 İbn Hanbel, 5, 239

Talak, 65/2; Nisa, 4/135

M2295 Müslim, Zekat, 26.

İM4012 İbni Mace, Fiten, 20.

T1421 Tirmizi, Diyat, 21.

N3157 Nesai, Cihad, 32.

M4110 Müslim, Musakat, 120.

İHLÂS

ALLAH RIZASI İÇİN SAMİMİYET

                                                    “Allah ancak samimiyetle sadece kendisi için ve rızası gözetilerek yapılan ameli kabul eder.”     

            Peygamber efendimizin, “Sen bendensin, ben de senden!” diyerek övdüğü sahâbî Ebû Ümâme el-Bâhilî’nin anlattığına göre, bir adam Peygamberimize gelerek, “Şöhret ve kazanç (ganimet) elde etmek için savaşan kimse hakkında ne dersin?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v), “Onun için hiçbir şey yoktur.” dedi. Adam sorusunu üç defa tekrarladı. Allah Resûlü de her defasında, “Onun için hiçbir şey yoktur.” diyerek böyle bir adamın mükafat elde edemeyeceğini belirtti ve ardından Şöyle buyurdu: “Allah, ancak samimiyetle sadece kendisi için ve rızası gözetilerek yapılan ameli kabul eder.”

            Peygamber Efendimizin ifadesinden de anlaşılacağı üzere, “iş, davranış ve ibadetleri gösteriş ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak” manasına gelen ihlas, Kur’an’da peygamberlerin başlıca nitelikleri arasında sayılmış ve ayetlerde ihlâslı kimselerden övgüyle söz edilmiştir. Sözlükte, saf, katışıksız, arı ve duru olmak gibi anlamları öne çıkan “ihlas” kavramı bazı ayetlerde, “muhlisine lehü’d-din” yani “dini yalnızca Allah’a has kılmak” şeklinde ifade edilmiş ve bununla inancın, kulluğun ve itaatin, alemlerin Rabbi olan Allah’a özgü kılınması gerektiği vurgulanmıştır. Bu anlamıyla ihlâs, inançta samimi olmak, yani kullukta Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaktır.

            İhlâsın zıddı “riya” ve “süma” dır. Riya, bir işi Allah rızası için değil gösteriş için yapmak, süm’a ise yapılan bir iyiliği, övünme ve çıkar amacıyla başkalarına duyurmaya çalışmaktır. İçine riya karışmış olan amellerin, üzerinde az bir toprak bulunan ve şiddetli bir yağmurla cascavlak kalan kaya misali, riyakârların da amellerinin Allah katında hiçbir işe yaramayacağı Kur’an’da açıkça belirtilmiştir. Resûli Ekrem de ibadeti Allah’tan başkası için yapmanın şirk olduğunu ifade etmiştir. 

            Din özü itibariyle ihlâs ve samimiyetten ibarettir. Dolayısıyla samimiyetin olmadığı yerde dinden veya dindarlıktan söz edilemez. Kutlu Nebi (s.a.v) dinin samimiyetten ibaret olduğunui “Din samimiyettir.” sözüyle ifade etmiş, bununla neyi kastettiğini daha açık bir şekilde anlatması için, “Kime karşı?” diye sorulduğunda ise samimiyetin. “Allah’a, Kitabı’na, Resûlûne, Müslümanların idarecilerine ve bütün Müslümanlara” gösterilmesi gerektiğini belirtmiştir.

            İnsanların Allah katındaki kıymeti, dış görünüşlerine ve mal varlıklarına göre değil niyetlerinin samimiyetine ve işledikleri amellere göredir. Bu konuda Allah Resûlû şöyle buyurmaktadır: “Allah sizinin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.” Niyetin samimiyeti, ihlâslı amelle, kalbin temizliği de dışa yansıyan samimi tutum ve davranışlarla belli olur. Amelin onaylamadığı bir kalp temizliği ve iyi niyet iddiası samimiyetten ve inandırıcılıktan uzaktır. Hayatı ve ölümü, hangimizin daha iyi amel yapacağını sınamak için yarattığını bildiren Cenâb-ı Hakk’ın bireysel ve toplumsal alanda sonucu görülmeyen soyut bir kalp soyut bir kalp temizliği iddiasına değer vermeyeceği açıktır.

            İslâm, iyi niyet ve samimi tutuma verdiği önemden dolayı, niyet etmesine rağmen mazereti sebebiyle yerine getiremediği amelin sevabından bile kişiyi mahrum bırakmamıştır. Sevgili Peygamberimizin şu hadisi buna işaret etmektedir: “Her kim şehit olmayı Allah’tan samimiyetle isterse, yatağında ölse bile Allah onu şehitlerin derecesine ulaştırır.”

            Kurtuluşa erenlerden olmak için Allah2ın rızasını elde etmek, bunun için de ihlâslı olmak gerekir. Allah Resûlû, ameli ihlâsla sırf Allah rızası için işleyen kimsenin kalbinin hile ve aldatma duygularından arınacağını ve ecri yalnızca Allah’tan umularak yapılan amellerin geçmiş günahların bağışlanmasına vesile olacağını bildirmiştir.Ayrıca O, Rabbimizin rızasına ulaşmanın yolunu şöyle açıklamıştır: “Kim hiçbir ortağı olmayan, tek olan Allah’a ihlâsla ibadet ederek, namazı dosdoğru kılarak, zekâtı vererek dünyadan ayrılırsa, Allah kendisinden razı olduğu halde ölmüş olur.”

 



N3142 Nesaî, Cihâd, 24

Yusuf, 12/24

Nisa, 4/46

Araf, 7/29

Bakara, 2/264

HM17270 İbn Hanbel, 4, 125

M196, Müslim, İman, 95.

M6543 Müslim, Birr, 34.

Mülk, 67/2

M4930 Müslim, İmare, 157.

İM230 İbn Mace, Sünnet, 18.

B38, Buhari, İman, 28.

İM70, İbn Mace, Sünnet, 9.

KANAAT MUTLULUK SEBEBİDİR

 

     Huzur ve mutluluğu yakalayabilmek için hırsın yıkıcı etkilerinden kurtulup kanaat sahibi olmak son derece önemlidir. Günümüzde hırsı yüzünden ruhî ve psikolojik dengesi bozulan, maddeten ve manen hastalanan, kendisine ve çevresine zarar veren birçok insan mevcuttur. Nice zenginler vardır ki, edindikleri servetlerini hırsları yüzünden ihtiyaç sahipleriyle paylaşmadıkları gibi, hayati öneme haiz kendi ihtiyaçları için bile harcayamazlar, bildiğine yerler, malı pek çok severler”

     Ancak insanlar iyi bir kanaat eğitiminden geçirilirlerse; o takdirde kanaatle kontrol altına alınan hırs kendilerine zarar vermeyeceği gibi, maddî ve manevî yönden gelişmelerine de olumlu yönden katkı sağlar. Zira kanaat, kişideki bu yersiz endişe ve korkuları ortadan kaldırır.

     Sevgili Peygamberimiz (SAV) değişik hadisleriyle müminlere kanaatkâr olmalarını tavsiye etmiş, kanaatkârlığı iffet, tokgözlülük ve gönül zenginliği olarak tarif etmiş, asıl zenginliğin mal çokluğunda değil, gönül zenginliğinde olduğunu beyan etmiş, bu özelliğe sahip olan kişileri övmüş ve kanaatkârlığı şükrün en ileri derecesi saymıştır.

     Şüphesiz kanaat; meşru ve helal ölçüler içerisinde daha verimli ve üretken çalışmayı sınırlandırmak, daha az çalışıp, az kazanmakla yetinmek demek değildir; bilakis, meşru ve helal ölçüler içerisinde çalışıp gayret gösterdikten sonra, elde edilecek sonuca razı olmaktır. Sevgili Peygamberimiz (SAV)’in:

     “Sizden biriniz mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle davranmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için daha uygundur.”

     Hadisi de mevcut çalışma ve elde edilen kazançla yetinmek anlamında değil; bilakis, bütün gayretlere rağmen ulaşmayı düşündüğü hedefini yakalayamadığı takdirde, bunun kişi üzerinde maddeten ve manen yıkıcı etkisinin olmaması için kendinden daha aşağı durumda olanlara bakıp nasip ve kısmetine razı olması anlamındadır.

     İşte mutluluğun yolu böyle bir anlayışa sahip olmaktan geçmektedir. Çünkü herhangi bir sonuca, ya da hedefe belirli merhalelerden geçilerek ulaşılır. Kişi bu merhaleleri kat etmeden hırs ve açgözlülük göstererek hak etmediği bir şeyi elde etmeye kalkışırsa ya da herhangi bir makam ve mevkie gayri meşru yollardan ulaşmak isterse; bu durumda hem kedisine hem de çevresindeki insanlara zarar verir. Kur’an’ın:

 

     “Hiç şüphesiz o, (insan) mal sevgisi sebebiyle çok katıdır.”

(ÂDİYÂT SURESİ – 8. AYET)

     “Malı bir yığma tutkusu ve hırsıyla çok seviyorsunuz.”  (FECR SURESİ – 20. AYET)

     Ayetleriyle, insanların dünya malına olan aşırı tutku ve sevgilerine dikkat çekilmekte: 

 

     “Dünya geçimliği azdır. Ahiret, Allah’a karşı gelmekten sakınan kimse için daha hayırlıdırve size kıl payı kadar haksızlık edilmez.”  (NİSA SURESİ – 77. AYET)

Ayetiyle de insanların tutkuyla bağlandıkları nimetlerin hepsinin dünya hayatının geçici değerleri olduğu belirtilmektedir.

     O halde, ilgili ayetlerde insanın mal sevgisi eleştirilmiyor. Çünkü yerde ve gökte ne varsa hepsi insan için yaratılmış ve onun emrine verilmiştir. Eleştirilen husus; insanın mala karşı aşırı sevgi, hırs ve aç gözlülüğünün onu cimriliğe, bencilliğe ve haksız kazanç edinmeye sevk etmesidir. Bu nedenle kanaatle dengelenmeyen hırsın insan üzerinde çok yönlü olumsuz yıkıcı etkileri vardır.

     İhtiras sahibi kimsenin gözü asla doymaz. O, bu sebeple devamlı bir fakirlik içinde yaşar. Manevî açlık içinde kıvranır. Her tatminkârlık, onda bir doyum noktası oluşturmak yerine, yeni bir iştah ve hırs uyandırır. Böylece ahireti unutup dünyaya yönelen kimse, dünya hayatına ve onda elde edeceği geçici nimetlere razı olup, sahipolduğu her şeye “HIRS” ve “TUTKU” ilebağlanır. Ölüm ve ahireti ise pek fazla tefekkür etmez. Hırs, bizi bazen başarıya bazen de mutsuzluğa sürükler. Bu en doğal duygumuzu eğer kontrol altında tutabilirsek; meşru isteklerimize ve hedeflerimize daha kolay ulaşırız.

     “Eğer bir şeyi istiyorsam, o mutlaka benim olmalı” ya da “her şeye rağmen başarmalıyım” anlayışı bir yerden sonra hem kişinin kendisine hem de çevresindekilere zarar vermeye neden olabilir. Çünkü bu arzu ve isteklerin gerçekleşmesi için her türlü gayri meşru ve gayri ahlâkî yollara başvurulabilmektedir.

     Ayrıca “her şeye rağmen elde etme hırsı”, kişiyi büyük bir strese ve bunalıma sürüklemektedir. Bu itibarla Müslüman bir kişinin, yaratılışında mevcut olan nefsini tatmin ve menfaatlerini maksimize etme duygu ve temayüllerini Allah’ın emir ve yasaklarıyla makul ve meşru ölçülerde tutması gerekir. Bunun sağlanabilmesi ise manevi/ahlakî bir eğitimle mümkün olabilir. Böyle bir eğitime tabi tutulmayan insanlar, sürekli olarak mala, servete, makam ve mevkie aşırı derecede düşkünlük, hırs, aç gözlülük, cimrilik, bencillik gibi yıkıcı unsurların baskısı altında kalır ve bir türlü mutluluğu yakalayamazlar.

 

 

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: