• resmi ilanlar

RAMAZAN SOHBETLERİ

01/06/2017 11:00

Yoksulun Hakkı: ZEKAT(2)

Hz. Peygamber döneminde ve sonraki dönemlerde, zekâtı tahsil eden resmî görevliler vardı. Kendilerine 'âmil' de denilen bu kimseler ile Allah yolunda savaşanlar, borçlular ve yolda kalmışlar, zengin bile olsalar zekât alabileceklerdi. Zekât memurları fakir oldukları için değil, yaptıkları işin karşılığı olarak zekâttan belli bir pay alıyorlardı. Bir de topladıkları zekât mallarında onların gözü kalmamalıydı. Bunun dışında herhangi bir maaş almak şöyle dursun, hediye dahi alamıyorlardı. Aksi takdirde aldıkları hediyelerin hesabı kendilerine sorulmaktaydı. Kutlu Elçi, Abdullahb. el-Lütbiyye'yi Süleymanoğulları'nın zekâtını toplamakla görevlendirmişti. Bu sahâbî, zekâtları toplayıp geldiğinde, “Şu sizin, bu da bana hediyedir.” deyince, Resûlullah minbere çıktı, Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra şöyle buyurdu: “Görevli olarak gönderdiğim kimseye ne oluyor da, 'Şu sizin, bu da bana hediyedir.' diyor! Babasının veya annesinin evinde otursa da bir baksaydı! Ona yine hediye gelir miydi? Asla! Allah'a yemin olsun ki, sizden kim (topladığı zekât mallarından) hak etmediği bir şey alırsa, kıyamet günü aldığı şey (vebal olarak) sırtına yüklenecektir.”  Nitekim sahâbeden Ebû Mes'ûd el-Ensârî, böyle bir yükümlülüğün altından kalkamayacağı endişesiyle zekât memurluğu görevini kabul etmemişti.

 

Bu görevlilerin yaptıkları iş aslında zenginle fakiri karşı karşıya getirmeden zekâtları toplayıp dağıtmak idi. Zekât veren kişi bundan dolayı böbürlenebilir, fakir de bu durumda rencide olabilirdi. Bunu önlemek için en uygun yöntem, fakir ve zengin birbirini görmeden yardımların dağıtılması olacaktı. Hz. Peygamber bu maksatla görevlendirilen zekât amillerinin güzel bir şekilde karşılanmasını, kendilerine zorluk çıkarmaksızın memnun bir şekilde ayrılmalarının temin edilmesini tavsiye etmişti.

Peygamber Efendimiz, Muâz b. Cebel'i (ra) Yemen'e gönderirken, “Allah'ın, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere mallarında zekâtı farz kıldığını onlara bildir.” buyurmuştu. Kendisinden sonra ashâbın uygulaması da bu yönde idi. Zekât, öncelikle toplandığı yerin fakirlerine dağıtılır. Böylece o yörenin fakirlerinin zenginler hakkında olumsuz düşünmelerinin önüne geçilip, gönülleri alınmış olur. Ancak Peygamberimizin bir kefalet yüklenerek borçlanan Kabîsa b. Muhârik'e, “Bekle zekât gelsin. Ya sana yardım ederiz veya senin yerine onu öderiz.” buyurmasından, ihtiyaç olması hâlinde zekâtın farklı yerlere nakledilebileceği de anlaşılmaktadır.

Akrabalar arası ilişkiler, aynı zamanda sosyal yardımlaşmayı da gerektirdiği için zekât verilirken, yakınlar tercih edilir. İyilik yapma konusunda öncelikli kimseler, ilk önce anne, sonra baba, kız kardeşler ve kardeşler şeklinde sıralanır. Genel olarak yardım ederken bu sıra gözetilirse de, kişi bakmakla yükümlü olduğu kimselere yani ana, baba, dede, nine, çocuk ve torun gibi usul ve fürûuna zekâtını veremez. Aynı şekilde bir erkek hanımına, hanım da fakir olan kocasına zekât veremez. Çünkü zekât veren kimsenin, verdiği zekâttan hiçbir şekilde maddî menfaat sağlamaması gerekir. Halbuki muhtaç durumda olan usul ve fürûuna zekât vermek, nafaka borcundan kurtularak malın aile içinde dolaşmasınısağlamak anlamına gelmekte; dolayısıyla zekât verilen mal, fakirin mülkiyetine geçirilmiş olmamaktadır.

Bakmakla yükümlü olunanlar dışındaki kardeş, amca, teyze, dayı, hala ve onların çocukları gibi fakir akrabaya zekât vermek ise, “Yoksula verilen sadaka bir, akrabaya verilen ise hem sadaka hem de sıla-i rahim olmak üzere iki sadaka sayılır.”  buyuran Peygamber Efendimizin özel olarak teşvik ettiği bir durumdur. Bu sayede yakın akrabalar arasındaki bağlar daha da güçlenecektir.

Zekâtta akrabalara öncelik verilmesini tavsiye eden Hz. Peygamber zekât almadığı gibi, yakınlarının da zekât almasını yasaklamıştır. Nitekim sevgili torunu Hz. Hasan, bir defasında Resûlullah'ın omuzunda iken, zekât hurmalarından birini ağzına almıştı. Bunu gören Peygamberimiz, “At ağzından onu! Bize zekâtın helâl olmadığını bilmiyor musun?” diyerek derhâl müdahale etmişti.

Hz. Peygamber'in yakınlarından da zekât toplama görevine talip olanlar vardı. Allah Resûlü'nün amcası Abbâs, oğlu Fadl'ı, diğer amcasının oğlu Rebîa da oğlu Abdülmuttalib'i evlendirmeyi düşünüyorlardı. Bu arada iki genci zekât toplamakla görevlendirmesi için Hz. Peygamber'e göndereceklerdi. Durumu çocukları ile müzakere ederlerken, yanlarına Hz. Ali çıkageldi. Ona konuyu anlattılar. O da her iki gence, “Bundan vazgeçin. Hz. Peygamber sizi bu işle görevlendirmez.” deyince, bir an onun kendilerini kıskandığını düşündüler. Bu iki genç sahâbî Hz. Peygamber'in huzuruna çıktılar ve geliş sebeplerini anlattılar. Hz. Peygamber, uzun bir sessizlikten sonra onlara şöyle dedi: “Şüphesiz, Muhammed'in ailesine zekât almak yaraşmaz.”

Resûlullah'ın kendisi için zekât almayı uygun görmemesinin ve yakınlarına zekât almayı yasaklamış olmasının çeşitli sebepleri olduğu şüphesizdir. Şahsına ve ailesine zekât dağıtımıyla ilgili yöneltilebilecek itham ve iddiaların önüne geçmek, yakınlarını kanaatkârlığa alıştırmak, başkalarının malına göz dikmeyip çalışmaya, üretmeye teşvik etmek bu sebeplerden bazılarıdır.

Zekât verilirken, gerçekten muhtaç kişileri bulmaya çalışmak gerekir. Peygamber Efendimiz zekât verilen kişilerin aslında zekât almaya ehil olmadıklarının sonradan ortaya çıkması durumunda da Allah'ın o zekâtı kabul edeceğini bildirmiştir.

Zekât, Allah rızası gözetilerek ve gönül rahatlığıyla verilmelidir. Allah için yapılan bir ibadet olduğundan, zekâtın alınması-verilmesi kadar, kabuledilip edilmemesi de önem arz etmektedir. Bu nedenledir ki, zekât veren kişi, verdikten sonra, “Allah'ım! Verdiğim zekâtı kârlı kıl, zoraki verilen bir şey kılma.” gibi dualar ederek zekâtının kabul edilmesini istemelidir. Aynı şekilde zekât alan da, zekât sahibi için dua etmelidir. Nitekim Hz. Peygamber, zekâtını getirip veren Ebû Evfâ için, “Allah'ım! Ebû Evfâ'nın ailesine rahmet et.” diye dua etmiştir.

Diğer ibadetlerde olduğu gibi, zekâtta da önemli olan niyettir ve ameller, niyetlere göre karşılık bulacaktır. Niyet iyi olduktan sonra, zekâtın açıktan verilmesinde de gizli verilmesinde de bir sakınca yoktur. Şayet insanlara gösteriş yapma gibi olumsuz bir eğilim yoksa zekâtın açıktan verilmesi başkalarını da teşvik edebilecektir. Ancak zekât alanların asla incinmesini istemeyen Yüce Allah, 'zekâtların fakirlere gizli bir şekilde verilmesini daha hayırlı görmekte ve böyle yapmanın günahlardan bir kısmına kefaret olacağını' bildirmektedir.

Zekât alan kimseyi hiçbir şekilde incitmemek, verdiğini dile getirerek fakirin başına kakmamak gerekir: “Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimselerin mükâfatları, Allah katındadır. Onlar için korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir.”  “Güzel bir söz ve bağışlamanın, peşinden incitme gelen sadakadan daha iyi olduğunu” bildiren Yüce Rabbimiz bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Allah'a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak, pürüzsüz bir kaya hâline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.”

 

 

HAKK’A YAKINLIK İKLÎMİNİN  İNCE EDEPLERİ

Cenâb-ı Hakk’ın sevip râzı olduğu kullar;

–En küçük bir sevâba da günâha da büyük bir dikkat göstererek yaşayan müttakîlerdir.

–Allah ve Rasûlü’nde fânî olabilmek iştiyâkıyla kendi hayatlarında Kur’ân ve Sünnet yolundan zerre kadar sapma olmaması için, büyük titizlik gösteren sâdıklardır.

– Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girebilmek için; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile, his, fikir ve fiil beraberliği içinde olmaya âzamî gayret gösteren sâlihlerdir.

–Tıpkı karda yürüyen bir kimsenin izini takip edercesine Allah Rasûlü’ne tam bir ittibâ gayreti içinde olan mü’minlerdir.

Nitekim, takvâ ehli bir hadîs âlimi ve müctehid olan İmâm Nevevî Hazretleri, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in karpuzu nasıl yediğine hadislerde rastlamadığı için damağında bu meyvenin lezzeti kaybolmuş ve ömrü boyunca karpuz yememiştir. Hayatının bütün safhalarını kuşatan, Peygamber’e tam bağlılık gayretiyle, bir karpuzu yerken bile O’nun tarzının dışında hareket etmek ihtimâlinden uzak durmayı tercih etmiştir.

Yine Peygamber âşık¬la¬rından Seyyid Ahmed-i Yesevî Haz¬ret¬leri, 63 yaşında vefât eden Ra¬sû¬lul-lâh’a duyduğu engin muhabbet ve bağlılık sebebiyle, bu yaşından sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya vedâ etmiş, vefât edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir mahzende irşad hayatına devam etmiştir.

Hak dostlarından İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

“Bir keresinde gaflete düşüp unutarak abdesthâneye girerken sağ ayağımı önce attım. (Sünnete uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün bütün mânevî hâllerden mahrum kaldım.”

Yine İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir gün talebelerinden birine:

“–Bizim keseden bir miktar karanfil getir!” buyurmuştu. O da gidip altı tane karanfil getirdi. İmâm-ı Rabbânî -rahmetullâhi aleyh- bunu görünce mahzun bir edâ ile şöyle buyurdu:

“–Bizim talebeler hâlâ Peygamber Efendimiz’in hadîsinde bildirilen; «Allah tektir, teki sever!»1 kāidesine dikkat etmiyorlar. Hâlbuki buna dikkat etmek müstehabdır. Müstehabı insanlar ne zannediyorlar?! Allâh’ın hoşuna giden böyle müstehap bir amelin karşılığında, bütün dünya ve âhiret verilse kıymeti yoktur.” 2

Görüldüğü üzere, Hakk’a böylesine bir yakınlık iklîminde; farz, vâcip ve sünnetlere ilâveten müstehapların bile bu denli kıymeti büyüktür. Haramlar ve mekruhlar bir tarafa, şüphelilerden sakınmak bile, son derece elzemdir. Zira o muhabbet ve mârifet iklimi, en ufak bir kiri kaldıramayacak sâfiyet ve letâfettedir. En ufak bir ihmâlin büyük bir mahrûmiyetle mukâbele göreceği nâzik bir âlemdir.

Bu sebeple Allah dostları, Hakk’a yakınlık iklîmine girebilmek için çok ince nezâket eleklerinden ve ağır çile çemberlerinden geçirilmişlerdir. Nasıl ki zirveler fırtınasız olmazsa, Hakk’a yakınlık zirvelerinin de çok çetin imtihanları vardır. Dolayısıyla bu mânevî zirvelerde bulunanlar, aşağılarda bulunanlar kadar rahat ve serbest hareket edemezler. Onlar, hâl ve tavırlarına çok daha fazla ihtimam göstermek mecburiyetindedirler. Zira zirvede atılacak yanlış bir adım, hayâtî bir hatâ olur. Sıradan insanlar yaptığında mâzur görülecek pek çok hatâ, o yüksek ruhlar için muazzam bir mahrûmiyet sebebidir. Bu itibarla, avâmî tavırlar o has kullara yakışmaz, Hakk’a dostluğun yüksek hukûkuyla bağdaşmaz. Umum halk için câiz olan pek çok şey, onlar için büyük bir istiğfar sebebidir.

Şu hâdise bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Osmanlı’nın son devir mutasavvıflarından Şeyh XE “Muhammed”Muhammed Nûru’l-Arabî’nin “beşerî/cüz’î irâde”yi inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan XE “Abdülmecid Han”Abdül¬mecid Han, Şeyh Haz¬retleri’nin huzur derslerine çağrılarak orada kendisine bu meselenin sorulmasını ister. Şeyh XE “Muhammed”Efendi huzur dersine dâvet edilip kendisine meselenin aslı sorulduğunda şu cevâbı verir:

“Kulda cüz’î bir irâde elbette mevcuttur. Fakat herkeste ve her zaman değil. Meselâ ben elbette cüz’î bir irâde sahibiyim. Lâkin buraya pâdişâhın emriyle geldim. Buradan kalkıp gitmek ise benim elimde değildir. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. Demek ki burada irâdem -belli bir hususta- yok hükmündedir. Aynı şekilde pâdişâhın huzûrunda bulunduğumdan dolayı yapabileceğim hareketler de sınırlıdır. Hak dostları da aynen bu misâlde olduğu gibi dâimî bir sûrette Rab’lerinin huzûrunda bulunduğunun idrâki içinde yaşarlar. Allah her yerde hâzır ve nâzır olduğu hâlde pek çok kimse, kendilerini sadece namazda huzûr-i ilâhîde kabul ederler. Hâlbuki belli bir mânevî mertebeye yükselmiş olanlar, her an huzûr-i ilâhîde bulundukları idrâki ile yaşarlar. Böyle kimselerde cüz’î irâdenin var sayılıp-sayılmayacağını varın siz takdîr edin.”

Nitekim âyet-i kerîmede;   وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ  “…Nerede olsanız O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) buyrulmuştur.

Görüldüğü üzere Hakk’a yakınlık iklîminin ölçüleri de, imtihanları da, mükâfâtı da mücâzâtı da bambaşkadır.

 

 

ORUCU BOZAN VE BOZMAYAN ŞEYLER

Kadınlar adet döneminde oruç tutabilirler mi? Bu esnada tutulmayan oruçların durumu nedir?

Kadınların adet (ay hali) dönemlerinde, -temizleninceye kadar- cinsî ilişkide bulunmaları, namaz kılmaları, oruç tutmaları ve Kâbe’yi tavaf etmeleri yasaktır. Kadınlar özel hallerinde kılmadıkları namazı kaza etmezler, fakat tutmadıkları oruçlarını temizlendikleri zaman kaza ederler (Şâfiî, el-Ümm, I, 130-131; Sahnûn, el-Müdevvene, I, 49; Merğinânî, el-Hidâye, I/30-32; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 198; İbn Âbidin, Reddu’l-muhtâr, II/371).

 

Hz. Peygamber birçok hadis-i şerifte hanımların hayız dönemlerinde oruç tutmayacaklarını beyan etmiştir (mesela bkz. Buhârî, Hayız 6; Savm 41; Müslim, İman 132). Hz. Âişe de kendisine, neden adet gören bir kadın, temizlendikten sonra adet günlerinde kılmadığı namazları kaza etmiyor da tutmadığı oruçları kaza ediyor? ‘ diye soran Muâze adlı hanıma: “Sen Harûriyye’den (Hâricilerden) misin?” demiş; bu kadının: “Hayır, Harûriyye değilim, ama (öğrenmek için) soruyorum.” cevabı üzerine de, Hz. Âişe: “Vaktiyle bu iş bizim başımıza geldiğinde, orucu kaza etmekle emrolunduk, namazın kazasıyla emir olunmadık.” (Müslim, Hayız, 76-69) demiştir.

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: