• resmi ilanlar

RAMAZAN SOHBETLERİ

04/06/2017 11:00

Her Hak Sahibine Hakları Verebilmek (4)

Müslüman, aile bireyleri, yakın akrabaları, komşuları yanında toplumun diğer bireylerine karşı da sorumludur. Zira Peygamber Efendimizin tasvirine göre İslâm'ın toplum anlayışına göre, inanan bireyler “birbirine sımsıkı kenetlenmiş tuğlalardan oluşan bir bina” ya veya “bir vücuda benzer. Organlardan biri hastalanınca vücudun tamamı ateşlenir ve uykusuz kalır.”  Bundan dolayı İslâm, toplumun bireylerini birbirine bağlayacak ve sağlıklı bir işleyiş temin edecek prensipleri iştiyakla tavsiye eder. Yine bu nedenle Resûl-i Ekrem, “Müslüman'ın Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâmı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeye katılmak, davete icabet etmek ve aksırana dua etmek.” buyurmuştur.

 

İslâm, toplum düzeni için bu ortak sorumluluk ve haklara karşılıklı riayet etmek gerektiğini bildirmiştir. Alışveriş gibi gündelik bir konudan, toplum idaresi gibi hayatî bir meseleye kadar sağlıklı bir ilişkinin temelinde haklar konusunun bulunduğunu ifade etmiştir. Bu doğrultuda meselâ, “Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.”  emri, sıradan ve ferdî bir hak ihlâlinin önüne geçmenin ötesinde, tüm topluma sirayet edebilecek bir tehlike konusunda ilâhî bir ikazdır. Toplumsal hayatta hak ve hukuka saygısı olmayan birileri, kendi çıkarları doğrultusunda başkalarının hakkına el uzatabilir, haksız kazanç elde etmeye kalkışabilir. Bireyler de farkında olmadan haksızlığa uğrayabilirler. Hatta aldatılmak suretiyle mağdur edilen ve hak kaybına uğrayan bir insan da, bunun karşılığı olarak hakkını bir başkasından zulüm yoluyla elde etmeye kalkabilir. Dolayısıyla bu şekilde bir ihmali önlemek her şeyden evvel, toplumu idare eden yetkililerin sorumluluğu olup, bunun temin edilmesi aslında hukukun bir gereği ve kamusal bir haktır. Toplumu sevk ve idare etme gibi önemli görevlere gelen kişilerin temel sorumluluğu, tam bir adalet ile hakları gözetmek olacaktır.

İnsanlara verilen haklar aynı zamanda sorumlulukları beraberinde getirmiştir. Haklar ve sorumluluklar iç içedir. Bu da aynı zamanda hakların korunmasını ve teminat altına alınmasını sağlamaktadır. Hak ve sorumluluk bilinci olan birey ve toplumlarda, hakka ve hukuka saygı egemen olacağı için haksızlıklar asgarîye inecektir. Hakkaniyete dayalı sosyal ilişkiler, beraberinde hem müreffeh bir hayatı hem de âhiret yurdunda kurtuluşu getirecektir. Bunun aksi olan haklara tecavüz ve hukuksuzluk hâli ise hem sosyal hayatta kaos ortamını doğuracak hem de âhiretin kararmasına sebep olacaktır. Allah Resûlü'nün, “Zulümden sakının! Çünkü zulüm kıyamet gününde karanlıklar olacaktır.”  hadisi bu durumu çok güzel izah etmektedir.

Hakların gözetilmesi konusunda insanın muhatabı sadece insan değildir. Kendisinin emrine verilen, kendi faydası için yaratılmış olan hayvanlar da bu titizlikten pay almak durumundadır. Bu noktada, insanın yararına verilmiş her bir hayvan çeşitli haklara sahiptir. Söz gelimi iyi beslenmeli, iyi muamele görmeli, itilip kakılmamalı, hatta kesimi dahi acı ve ızdırap vermeyecek şekilde yapılmalıdır. Zira o, Allah tarafından insana verilmiş bir emanettir. Öyleyse hayvanın kendisi yanında bu emanetin asıl sahibi de dikkate alınmak durumundadır. Dolayısıyla bir hayvana eziyet bile, neticede Allah'ın haklarını ihlâl mânâsına gelir. Sırf eğlence olsun diye hayvanlara eziyet edenlerin Allah Resûlü tarafından kınanmasının sebebi de budur.

İnsan sadece çevresindeki canlıların değil cansız varlıkların da hakkına riayet etmek durumundadır. Bu bağlamda bitkilerin de korunmaya hakkı olduğuna işaret eden Peygamberimiz kuraklık zamanında hayvanlar için sığınak görevi gördüklerini hatırlatarak ağaçların kesilmesini yasaklamıştır. Diğer taraftan o, savaşa çıkan ordusuna haddi aşmamaları, ihtiyarları öldürmemeleri, ibadetgâhları yakmamaları gibi hususlarda talimat verirken ağaçları kesmemelerini de emretmiştir. Ayrıca Peygamberimiz (sav) genel kullanıma açık olan yolların bile bir hakkı olduğundan söz etmekte ve yol kenarında oturanların harama bakmamak, gelip geçeni rahatsız etmemek, selâm verenin selâmını almak, iyiliğe yönlendirip kötülükten alıkoymak gibi yola ait hukuka riayet etmesini istemektedir. DEVAMI YARIN

 

 

 

İMAN HASSASİYATI

OTUZ YIL TEVBE EDİLEN BİR HAMD

Hadis âlimi bir Hak dostu olan Seriyy-i Sakatî Hazretleri talebelerine; “Mü­’min­le­rin dert­le­riy­le dert­len­me­yen, bizden de­ğil­dir.” 4 hadîs-i şerîfini okuturken bir talebesi geldi ve:

“–Üstâdım! Bağdat çarşısı yandı, bir tek sizin dükkânınız kurtuldu. Gözünüz aydın!” dedi.

O da, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine olan bu lûtfu karşısında: “–Elhamdülillâh!” dedi.

Ancak hemen ardından talebelerine okuttuğu hadîs-i şerîfin sırrında derinleşerek büyük bir nedâmetle tevbe etti. Zira dükkânı yanan  mü’min kardeşlerinin acısına bir anlık gafletle bîgâne kalmış ve onların dertleriyle dertlenme hususundaki emr-i Nebevîyi o an için yerine getirememişti. Buna o kadar üzüldü ve mahzun oldu ki, hâdiseyi yıllarca unutamadı. Otuz sene sonra bir dostuna, gönlündeki nedâmeti şöyle ifâde etti:

“–Bir an din kardeşlerimin ıztırâbından gâfil kaldığım için otuz senedir o ânın tevbesi içindeyim…”

Nice insan, din kardeşliği hukukundaki ihmallerin, nemelâzımcılığın, yediği kul haklarının tevbesiyle meşgul olmak bir tarafa, bunların farkına bile varamazken, rakik gönüllü bir Allah dostu, bir an başkalarını düşünemeden söylediği bir “elhamdülillah” sözü için otuz sene istiğfâr ediyor. De­mek ki gönül ufkundaki farklılık, idrak ve telâkkîleri de bambaşka kılıyor.

 

DOSTLUK İMTİHANI

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın kalbinde Allah’tan başka hiçbir şeye yer yoktu. Bu yüzden de Cenâb-ı Hak onu kendisine “Halîl” yani “dost” seçmişti. Bunun üzerine melekler:

“–Ey Rabbimiz! İbrahim Sana nasıl dost olabilir? Nefsi, malı ve evlâdı var. Kalbi bunlara meyyâldir…” dediler.

Cenâb-ı Hak da, İbrahim -aleyhisselâm-’ı bu üç hususta ağır imtihanlara tâbî tuttu. İbrahim -aleyhisselâm- ise, bu imtihanları Allâh’ın lûtfuyla kazanarak Allâh’ın Halîl’i pâyesine liyâkatini tescil ettirdi. Tevhîd mücâdelesi uğruna gözünü kırpmadan zâlim Nemrud’un ateşine atıldı. Böylece gerektiğinde hiç çekinmeden canını da Rabbine teslîm edebileceğini gösterdi. Fakirlikten korkmaksızın bütün malını infâk etti. Bu sûretle dünya servetinin, kendisini Allâh’ın zikrinden alıkoyamayacağını, kendisi nazarında Allâh’ın zikrinin bütün dünyadan daha kıymetli olduğunu ifâde etti. Ciğerpâresi evlâdını Allah için kurban etmeye götürerek, kendisindeki Allah muhabbetinin bütün fânî muhabbetleri aşmış olduğunu, gönlündeki evlât muhabbetinin Allah muhabbetine gölge düşüremeyeceğini ispat etti. Yani Hakk’a dostluğun en büyük nişânesi olan îtirazsız teslîmiyet, rızâ, fedâkârlık ve muhabbet imtihanlarının hepsinden yüzünün akıyla geçmeye muvaffak oldu.

Fakat o büyük peygamber, bu yüksek fazîlet­lerine ve sâlih amellerine güvenmeyip yine de Rabbine lâyıkıyla kulluk edebilmekten âciz olduğunu îtiraf ederek Allâh’ın rahmet ve mağfiretine sığındı. Büyük bir âkıbet endişesi içinde:

“(Yâ Rabbi! İnsanların) diriltilecekleri gün, beni mahcûb etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulundu.

Demek ki kulun Hak katındaki derecesi arttıkça, imtihanlarının dozu da artırılıyor. Cenâb-ı Hak, sevdiği kullarını sabır, rızâ ve teslîmiyetin en çetin imtihanlarından geçiriyor. En büyük çile ve iptilâların peygamberlere, sonra Allah dostlarına, sonra da derece derece sâlih mü’minlere isâbet etmesi de bu hikmete binâendir.

Nitekim ârif kullar, Cenâb-ı Hak’tan sıhhat ve âfiyet dilemekle beraber, derecelerinin artmasına vesîle olacak sıkıntı ve iptilâlar azaldığında veya gelmez olduğunda, hâllerinden endişe etmiş, tevbe-istiğfarlarını artırmışlardır.

Yani kul, mâneviyat semâsında yükseldikçe kulluk âdâbının keyfiyeti de son derece incelik kazanmaktadır. Bu tıpkı, yüksek bir binanın zemin katında oturanla kırkıncı katında oturan kimsenin görüş ufkundaki genişliğin farkına benzer. Dünya, ona yaklaşan ve onun içine dalan kişiye çok büyük ve uçsuz-bucaksız görünürken, ondan fiziken veya kalben uzaklaşan kimsenin gözünde küçüldükçe küçülür. Yani yakınlık uzaklık, yükseklik alçaklık; maddî âlemde olduğu kadar, mânevî âlemde de aynı şeyin farklı anlaşılmasına, hakîkatlerin farklı derinliklerde idrâk edilmesine vesîle olur. DEVAMI YARIN

 

 

 

ORUCU BOZAN VE

BOZMAYAN ŞEYLER

Ağda/epilasyon yaptırmak oruca engel olur mu?

Vücutdaki kılların hangi yolla olursa olsun alınmaları orucu bozmaz. Çünkü oruç, bir şey yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktan dolayı bozulur. Kıl almak veya aldırmak bunların kapsamında olmadığından orucu bozmaz.

Burada şu husus da belirtilmelidir ki, kadının erkeğe karşı avret mahalli eller, ayaklar ve yüzü hariç tüm bedenidir. Kadının kadına karşı avret mahalli, diz kapağı ile göbek arasıdır. Zaruret ve ihtiyaç olmadan bu yerlerin dışındaki bölgelerin başka kadınlara veya erkeklere gösterilmesi caiz değildir. Bu itibarla ağda veya lazerle epilasyon yaptırmak isteyen kişinin, erkek olsun kadın olsun yabancı bir kişiye avret mahallini açması helal olmadığı gibi, bu işlemi uygulayan kişinin de, bu kısma bakması ve dokunması da helal değildir (Merğinânî, el-Hidâye, IV, 83-87).

Oruçlunun eşi ile ilişkilerinin sınırı nedir?

 

Oruçlu olan kimse orucu bozacak şeylerden kaçındığı gibi orucun sevabını azaltacak şüpheli durumlardan da kaçınmalıdır. Oruçlu olduğunu bile bile cinsel ilişkide bulunmakla oruç bozulur, hem kaza ve hem de kefaret gerekir (Buhârî, Savm, 30). Kişinin hanımını sadece öpmesiyle orucu bozulmaz (Buhârî, Savm, 24). Ancak kendine güveni olmayan, işi daha ileri götürmek endişesi olan kişinin hanımını öpmesi ve kucaklaması mekruhtur (Ebû Dâvûd, Savm, 35). Eğer öpmek veya kucaklamakla boşalma meydana gelirse, sadece mekruh olmakla kalmaz, aynı zamanda oruç bozulur ve gününe gün kaza gerekir (Merğinânî, el-Hidaye, I, 123). DEVAMI YARIN

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: