• resmi ilanlar

RAMAZAN SOHBETLERİ

07/06/2017 11:00

Her Hak Sahibine Hakları Verebilmek (5)

Hak-bâtıl mücadelesi açısından düşünüldüğünde inananlar için “Hak”, gün gibi aşikârdır. Yüce Allah'ın beyan ettiği gibi, “Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.”  Hak din olan İslâm ile Hakk'ın kelâmı olan Kur'an'ın gelişi böyledir. Fakat bunun kabulü, her şeyden evvel bir iman ve tasdik işidir. Bilerek Hakk'ı kabul edenler kadar, bile bile inkâr edenler de her zaman olmuştur.

 

Toplumsal hayatın özellikle hukukî alanlarda herkesi hak arayışına mecbur bıraktığı bilinen bir gerçektir. Fakat bu noktada, neyin hak ve hakikat olduğu, neyin gerçek dışı olduğu konusu bazen çok karmaşık olabilmektedir. Böyle durumlarda, hak ve hukukun üstünlüğünü savunan, bunu hayata geçirebilme adına mücadele verenler dahi bazen yanılabilir. Nitekim bir beşer olarak Peygamber Efendimizin, Yüce Allah'a, “İhtilâf edilen durumlarda bana hak olanı göster.”  şeklindeki duası bunu göstermektedir.

İnsanlar farkında olarak veya olmayarak bazen hak ihlâli yapabilirler. Bu durumlarda kişi, Peygamber Efendimizin “Kim kardeşine haksızlık etmişse, onunla helâlleşsin...”  emri gereği Allah'ın huzuruna çıkıp sıkıntı yaşamadan önce yaptığı haksızlığı gidermeli ve mağdur ile helâlleşmelidir. İnsan başkasının hakkına el koymak suretiyle dünyalık kazanmış olabilir. Ancak bu yolla âhiret saadetini kaybedeceğini unutmamalıdır. Zira bu öyle âdil bir dengedir ki günü geldiğinde Allah Teâlâ boynuzsuz koyuna eziyet eden boynuzlu koyundan bile hesap soracaktır. Hesap ve mahkeme gününde hakka riayet eden de, haksızlık eden de, mutlaka yaptığının karşılığını görecek ve bu konudaki tutum ve amelleri en ince ayrıntısına kadar değerlendirilecektir.

Her insanın, ilişki içinde olduğu diğer varlıklara karşı dikkat etmesi gereken görev ve sorumlulukları, kim veya ne olursa olsun sahibine karşı ödemek durumunda olduğu borçları vardır. Tüm bu haklar, görevler, sorumluluklar ve borçlar karşılıklıdır. Yani insan, muhataplarından birine karşı bir açıdan sorumlu ve borçlu iken bir başka açıdan alacaklı konumundadır. Bu durum, insanın var oluşunun ayrılmaz bir yönüdür. Konusu ve kapsamı ne olursa olsun her türlü hakka riayet eden insan, aslında doğrunun, hakikatin yani Hakk'ın yanındaki yerini almış demektir. Dolayısıyla hayatımızın her ânında Hak'tan yana tavır almakla ve Hakk'ı savunmakla sorumluyuz.

“Yâ Rabbi bize eşyayı olduğu gibi göster. Hakk'ı hak bilip Hakk'a uymayı, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan kaçmayı nasip eyle.”

 

 

HELÂL FEYZ VERİR,

HARAM AZDIRIR.

Helâl ve mânen tertemiz olan gıdalar, kişinin mâneviyâtını ve feyzini artırır, ibâdetlerin huşûunu çoğaltır, rûhu zindeleştirir.

Haram, şüpheli, şâibeli gıdalar ise; bedeni hantallaştırır, mâneviyâtı söndürür, kasvet ve gaflet verir, azdırır.

Günümüzde bin bir türlü teknikle, eşyayı olduğundan farklı, daha iyi, daha güzel, daha kıymetli gösteren reklâmların câzibesi kullanılarak; erkeklerin yapacağı işlerde istihdam edilen gösterişli kadın tezgâhtarların müşteri üzerindeki tesiri istismar edilerek; daha pek çok şüpheli, netâmeli, şâibeli yollarla kazanılan kazançlar ve bunların ibâdet hayatımıza tesirleri üzerinde derin derin düşünmek gerekir.

Efendimiz; ashâbının ikramını hangi yoldan temin ettiğini böyle araştırırken, besmeleli mi, besmelesiz mi, abdestli mi abdestsiz mi, ne olduğu belirsiz kişilerin kestiği, hazırladığı gıdaları rahatça sofraya koymak elbette dikkatsiz ve hassâsiyetten uzak bir davranış olacaktır.

Kalbinin tasfiyesine, rûhunun inkişâfına gayret eden bir kimse, Allah Rasûlü’nün sergilediği dikkat ve rikkati göstermelidir. Ashâb-ı kirâmın bu hususta gösterdiği hassâsiyetin sayısız misâlinden biri şöyledir:

CANIM PAHASINA!

Bir gün Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- Efendimiz, bir hizmetçisinin getirdiği yemeği yedi. Ancak hemen akabinde öğrendi ki, o kişi, getirdiği yiyeceği, geçmişte yaptığı bir kehânetin karşılığında almış. Derhâl hiç tereddüt etmeden parmağını boğazına attı, bütün meşakkat ve eziyetine rağmen yediklerini çıkardı. Kendisine;

“–Bir lokma için bu kadar eziyete değer miydi?” diyenlere de şu cevabı verdi:

“–Canımın çıkacağını bilseydim, yine o lokmayı çıkarırdım. Çünkü Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:

«Haramla beslenen vücuda cehennem daha lâyıktır»” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26) Bu hâdise üzerine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Ebûbekir ve onun gibi, bu güzel haslete sahip kimseleri medhederek;

“Her kim Rabbinin makamında durup hesap vermekten korkar da nefsini hevâ ve heveslerden alıkoyarsa, şüphesiz onun varacağı yer cennettir.” mealindeki âyetleri inzâl buyurdu. (en-Nâziât, 40-41; Kurtubî, XIX, 135)

Bu hasletlere sahip olmakta, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve sahâbe-i kirâmı takip eden Hak dostları da; kalp tasfiyesinin en mühim şartlarından olan helâl lokma meselesine büyük ehemmiyet göstermişlerdir.

Avamdan havâssa, havastan ehassü’l-havâssa bu dikkat derecesi derinlik kazanır. İnsanı ateşe yuvarlayan haram uçurumlarının civarına yaklaşmamak için, şüpheli şeylerden de îtinâ ile kaçınılır (verâ) ve helâllerden istifâde husûsunda da kifâyet miktarına riâyet edilir (riyâzat).

Zira mânevî tekâmül seviyesince, dikkat ve îtinâda derinlik meydana gelmelidir. Fıkhın, umuma hitap eden ölçülerinden daha ileriye, havas ölçülerine riâyet gerekir. Bu takvânın gereğidir. Nitekim hadîs-i şerifte;

“…Kim şüpheli olduğunu sezdiği bir şeyi terk ederse, haramlığı belli olan şeyi daha çok terk eder. Kim de şüphelendiği şeyi yapmada cüretkâr olursa, haramlığı açık olan şeye düşmesi daha kolaydır.” buyurulmuştur. (Buhârî, Buyû, 2)

Bu hassâsiyetin ibretâmiz bir misâlinin Abdulhâlık Gucdüvânî Hazretleri ile mânevî mürşidi Hızır -aleyhisselâm- arasında geçtiği rivâyet olunmaktadır.

Hızır -aleyhisselâm-, Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri’nin ikrâm ettiği yemeği yememiş ve sofradan çekilmişti. Hazret, hayret içinde sordu:

“−Bunlar helâl lokmalardır. Niçin yemiyorsunuz?”

Hızır -aleyhisselâm- ise şu cevabı verdi:

“−Evet, helâl lokmalardır; lâkin pişiren, öfke ve gafletle pişirmiştir.”

Görüldüğü üzere bir yemeğin helâl olup-olmamasının yanında, hangi hâlet-i rûhiye ile pişirildiğinin bile insanın hâl, hareket ve ibâdetlerinin rûhâniyetine tesir etmesi; gıdalara karşı takınmamız gereken tavrın ehemmiyetini ortaya koymaktadır.

Çünkü, her şeyde müsbet veya menfî mânevî enerjiler vardır. İnsanın; müsbet enerjileri, yani feyiz, bereket ve rûhâniyeti celbedecek; diğer taraftan da menfî enerjileri, yani kasvet, gaflet ve hodgâmlık gibi tesirleri def edecek tedbirleri alması gerekir.

Günümüzde maalesef açıkta satılan, şekli ve kokusu ile birçok muhtaç ve mahrumun göz hakkı kalan, ayrıca nasıl pişirildiği bilinmeyen yiyeceklerin mânevî bünyemize olan zararları, ekseriyetle düşünülmemektedir. Hâlbuki aldığımız gıdanın kaderi, yani onu elde edişteki mânevî keyfiyet, hissiyâtımızı tesiri altına almaktadır. Günümüzdeki psikiyatrik rahatsızlıkların sebeplerinden biri de, bu gıdalardan gelen menfî enerjilerin tesiridir.

Bu tesirin ehemmiyetine dikkat eden ecdadımız, vitrine konan malları almaktan ve satmaktan kaçınırlardı. Vitrinde arz edilen bir gıda maddesinde; kim bilir kaç yetimin, garibin, öksüzün takılıp kalmış mahzun nazarları vardır, diye düşünürlerdi. Yine bu hassâsiyetle lokantalarda, sokaktan gelecek bakışlara bir perde olurdu. Pişirilmek üzere fırına götürülen baklava-börek benzeri şeylerin üzeri bir bezle kapatılırdı. «Kokusunu duyacak, hakkı geçer.» diye fırıncıya da verilmesi tembih edilirdi. Evde et pişirilirse; «Kokusu gitti, hakkı var.» diye komşuya da gönderilirdi.

YA BUGÜN?

Bugün, maalesef bu hassâsiyetler kayboldu. Bu müstesnâ incelikler kaybolduğu gibi, en temel haram-helâl çizgisine riâyet dahî büyük sarsıntı geçirdi. Yabancı menşeli gıdalara rağbet baş gösterdi. Yiyeceklerin içine kimsenin, belki üreticilerinin bile doğru-dürüst bilmediği ithal kimyevî katkı maddelerinin katılması yaygınlaştı. Hâsılı, insanların mükellefiyetlerini unuttukları bir devir başladı. Allah Rasûlü’nün bizleri sakındırmak için haber verdiği, şu günler geldi:

“Öyle bir zaman gelir ki, kişi malını helâlden mi, haramdan mı kazandığına hiç aldırış etmez.” (Buhârî, Büyû, 7, 23)

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, bütün endişe ve gayretleri karınları (mide ve şehvetleri) için olacaktır; şerefleri, malları ile ölçülecektir; kıbleleri (süflî ve fâcire) kadınları olacaktır; dinleri de dirhem ve dinarları olacaktır. İşte onlar mahlûkatın en şerlileridir. Onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 192/31186)

Bu gibi îkazlar, mü’minleri âhirzaman fitnelerine karşı bedbinliğe, yılgınlığa, yeise düşürmemeli; bilâkis, daha titiz, daha dikkatli, daha hassas olmaya sevk etmelidir.

Çünkü böyle zamanların, şartları çetin olduğu gibi mükâfâtı da yüksektir. Zira bir şeyin bedeli, katlanılan fedâkârlıklar nisbetindedir. Ayrıca, Peygamber Efendimiz, bu îkazlarıyla, hayırlı hiç kimsenin kalmayacağını değil, azalacağını beyan buyurmaktadır.

Nitekim bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 “–Kim temiz rızık yer, sünnete uygun amelde bulunur ve insanlar onun şerrinden emin olurlarsa, o kişi cennete girer.” buyurmuştu.

Bir kişi;

“–Yâ Rasûlâllah! Bu tür insanlar günümüzde ümmetin arasında çok sayıda mevcut.” dedi.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de cevâben;

“–Benden sonraki asırlarda da bulunacak.” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 60/2520; Hâkim, IV, 117/7073)

Evet, âhirzamanın fitneleri zuhûr etti. Şeytanın mallara ve evlâtlara ortak olduğu günler geldi. Kredi kartlarının düşüncesizce kullanılması sebebiyle, pek çok kimsenin fâize bulaştığı günler geldi. Sadece kazanç ve rızık noktasında değil, kadın-erkek ihtilâtları, karma karışık lâubâlîlikleri, göz, kulak ve gönül muâmele ve münâsebetlerinde de haram-helâl ölçülerine dikkatsizlik had safhaya ulaştı… Âilevî yıkıntılar arttı, boşanmalar çoğaldı. Ortada kalan bir nesil sahipsiz kaldı.

 Böyle bir zamanda helâli aramak ve bulabilmek dünkünden çok daha zor, buna dikkat etmek dünkünden çok daha mühim…

Çünkü kazanç ve gıdanın helâliyetine dikkat etmeksizin, kulluk vazifesini hakkıyla edâ edebilmek mümkün değil. Zira ibâdetlerin kıvam ve kabulü de helâliyeti gözetmekle mümkün;

HELÂLE BAĞLI

Eğer dikkat edilirse, müşâhede olunur ki Cenâb-ı Hakk’ın kullarına verdiği ilâhî talimatlar, birbiriyle tenâsüb içindedir.

Helâl lokma, ibâdette huşûu artırır.

Huşû içindeki bir ibâdet de kulu ahlâksızlıktan ve kötülükten alıkoyar.

Kötülükten alıkonan bir kimse ise helâli arar, helâli gözetir, onun ibâdete olan iştiyâkı daha da artar. Böylece saâdet ve huzur içinde bir ömür sürer.

Aksini düşünürsek;

Helâl-haram gözetmeyen kimse, ne yapsa ibâdetten zevk alamaz. Bu hâl üzere ibâdeti zâhiren yapsa da, bu namaz kötülükten alıkoyacak kıvamda olmaz. Kötülük ve ahlâksızlık kişiyi yine harama dûçâr eder… Fâsit daire hâlinde döner durur. Bu bedbaht kişi de; «Niye olmuyor, niye ibâdetten zevk alamıyorum? Seherlerin feyzinden uzakta kalıyorum…» diye yakınır durur. Zevk alamaz çünkü helâl;

 

 

ORUCU BOZAN ŞEYLER

Ağız kokusunu önlemek için ağız spreyi veya naneli sakız kullanmak oruca zarar verir mi?

Ağız ve burundan alınıp mideye ulaşan her şey orucu bozar. Bu itibarla, ağız kokusunu önlemek veya diş ağrısını gidermek maksadı ile ağza alınan sıkılan sprey ve benzeri maddeler yutulur da mideye ulaşırsa orucu bozar, yutulmazsa bozmaz.

Günümüzde üretilen sakızlarda, ağızda çözülen katkı maddeleri bulunduğundan, ne kadar itina edilirse edilsin bunların yutulmasından kaçınılması mümkün değildir. Bu sebeple bu tür sakız çiğnemek orucu bozar (İbn Âbidin, Reddu’l-muhtâr, II, 98).

Alkol alan bir kimse oruç tutabilir mi?

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, alkollü içkiler ve uyuşturucu maddeler dinen haramdır. Ancak bu haramı işleyen kişi, bunun haramlığını inkâr etmediği müddetçe Müslümandır. Bu nedenle, ibadetleri yerine getirmekle mükelleftir. Ancak ne dediğini, ne yaptığını bilmeyecek kadar sarhoşken yapacağı ibadet makbul değildir. Sarhoş oluşu nedeniyle bu ibadetleri yerine getiremeyen kişi, hem içki içtiği için, hem de görevi olan ibadeti vaktinde yerine getirmediği için tövbe etmesi, Allah’tan af dilemesi ve daha sonra da bu ibadeti kaza etmesi gerekir. Alkol alan kişi, imsak vaktinde ne dediğini bilecek kadar ayık ise, orucu tutması gerekir ve tuttuğu oruç da sahihtir (İbn Âbidin, Reddu’l-muhtâr, II, 81, 123).

 

 

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: